Yazma eylemi, çok farklı fonksiyonların bir araya gelmesiyle gerçekleşir. Yazının metni, resmi, ticari, şiir, öykü, roman, köşe yazısı, makale, bilimsel yazılar ve diğerlerinin yazılması aynı prensiplere dayanır.
Türkiye gibi “sözlü kültür’e” sahip toplumlarda “yazmak” farklı bir deneyimdir. Yazmak, konuşma ile aynı değildir. Yazdıklarımızı konuştuğumuz gibi aktarmak kolay değildir.
Yazmak, düşünmek gibi bir eylemdir. Konuşmalara kulak veren toplumlar da yazının sesi duyulmaz. Konuşmaların “belagat”ıyla, körleşmişlerdir, göremezler. Çünkü “yazının sesi’ni” konuşmaların sağır ettiği kulaklar duyamaz.
Beyin konuşurken, yazıda olduğu kelimeleri süzgeçten geçirse de, yazdığını çevirip bükemezsin, yazdıkların harflerin arkası da her şeyi anlatır. Yazı nettir, söz gibi değiştirilemez. Yani “kendi düşüncelerimizi” yazıya aktarmak zordur. Kolay olan kiralanarak veya satılarak başkalarının yazarı olmaktır.
Bakarız yazdığımız kelimeler beklediğimizden farklı sonuçlar verebilir. Bu nedenle ağır iştir, zordur yazı yazmak. “Yanlış anlaşılma ihtimali olmayacak bir şekilde yazmak” mümkün değildir. Her zaman sizi yanlış anlayacak birileri olacaktır.
Aslın da, bir yazar için “en tehlikeli” şey, “başka insanların olmasını isteği şey” olmaktır. Ayrıca “yazarın düşmanları içinde en tehlikelisi, onu istediği gibi görmek isteyen dostlarıdır.”
Foucault, metinle yazar arasındaki ilişkiyi “Dili kullanan insan değil, dil insanı kullanır” görüşüyle açıklar. Ona göre, “yazar olmak, belirli bir metin türünün gerçek nedeni (üreticisi) olmak değildir. Yazar olmak metinden sorumlu sayılma konusudur.” Kısaca yazarın görevi, “metnin üretilmesine neden olmak değil, daha ziyade metinle bağlantılı olan ve toplumsal kültürel açıdan tanımlanmış bir rolü yerine getirmektir”.
Mallarme şunu sorar, “Bir metnin yazarından ziyade sözcükten, dilin kendisinden kaynaklandığı durumlar var mıdır?” Foucault’ya göre vardır.
Foucault için “dil, tarafsız bir ifade aracı değildir”. Dilsel yapılar olan söylemler “güç” ilişkilerinin bir ifadesidir. Çünkü söyleme hâkimiyet, aynı zamanda bunlardan yoksun olanlar üzerinde kontrol sağlar.
Foucault için “bilgi söylemlerinde insanın ayrıcalıklı konumu sona ermiştir. İnsan bilinçli bir şekilde bilgiyi ve düşünceyi yaratan değil tam tersine iktidarın el koyduğu bir bilinçle donatılan, dolayısıyla söylemler tarafından üretilen bir varlıktır.” Kısacası insanın nasıl düşündüğü, topluma, siyasete, tarihe ve genel evrensel kategoriler ile resmi yapılara bağlıdır.
Diploma ve unvan, “köylülükten kurtulamamış entelektüellerin” yazma yeteneği için yeterli değildir. Yazmak için gerekli olan “bilgi ve davranış biçimi” gereklidir.
Kelimeler, yazılana kadar yazarındır. Baskıya girdikten sonra ise topluma aittir.
Yazdıklarının, kendisine zarar verebileceğinden çekinen yazar. “Gerçekleri yazamaz”. Satır aralarında, fonlandığı çevrelerin veya yakınlarının bazı yönlerini anlatmak, yakınlarının tepkisini çekebilir. “O yakınım”, “bu yakınım” derken kendini sansürleyecek çok fazla bağ yaratır.
“Artık o yazmıyor, ona yazdırıyorlar.”