Edebiyat okurluğunda, okumalarında kimi yazarlar(ınız) vardır ki, beklersiniz yazdıklarını. Bu bekleme, aslında beklediğiniz yazarın sizi yazdıklarından dolayı “hayal kırıklığına” uğratmayacağı, aksine “beklememe değdi” dediğiniz / diyeceğiniz türdendir çoğu kez. Yazarın kitabı elinize ulaşıp okunması bittiğinde geride bıraktıkları, tartıştırdıkları, sonrasında yazarla / yazarınızla ilişkinin, muhabbetinizin sürmesine de destek olacak bir yapı taşı kalır geriye aslında.
Benimkisi böyle bir şey…
Özlem Narin Yılmaz, benim yukarıdaki ilk paragrafta vurgusunu yaptığım yazarlarımdan. İlk üç öykü kitabı; Kayıp Yalnızlık Ormanı, Kızböceği ve Karmeleği, yakın günlerde çıkan son kitabı olan ilk romanı “Huzursuz Periler”in habercileri gibiydi.
Edebiyatçılardan değil de, kimi okurların kendince “önemsemesinden” kaynaklı bir “edebi tercihli” dünya ile karşı karşıyayız haylidir. Öykü’yü “küçümseme”, romanı kudretle “önemseme” hastalığı. Oysa “Öykü” ve “Roman” ayrılmaz ikili gibi. Romanın içindeki Hikâye(ler) aslında bizatihi öykülerin kurgu içindeki bileşkesi değil de nedir?
Bu sebeple Özlem Narin Yılmaz’ın Huzursuz Periler’ini* okuduğumda Gülperi ile Aret’in aşkı bin yıllık Mem u Zîn, ya da Ferhad ile Şirin gibi roman kurgusu içinde bir öykü gibi okunmakla kalmayıp yaşanılası! Aslında herkesin kendi hikâyesinde ömrünü tükettiği / tüketeceği türden hayatların örneği.
Yakın günlerde izlediğim Özcan Alper’in “Rüzgârın Hatıraları” filmi gibi “aşk ve ölüm” üzerinden iz bırakıp tükenen hikâyeler.
Huzursuz Periler’in Gülperi, Hayal, Nurperi karakterleri ve diğerlerinin dünyasında; Yazar’ın imkânsıza inandırmaktaki marifetini okudum.
Yazmak nedir ki, yazar için! Yazarın dünyasında çoğu zaman bir şeyler yazmak için ak sayfalarını önüne açıp “sırlara sadık dostlar gibi” bekledikleri / beklettiği değil mi sahi! Yazar aslında kendince ne yazacağının kurgusunu yapmıştır. Ama metin aktıkça hikâye kendini o denli bezetir, şekillendirir farklılaştırır ki! Yazarını da şaşırtır.
Doğrusu Huzursuz Periler’i okuduğumda aslında gündelik hayatta yazdıklarımızdan “yorgun düştüğümüzde” bir ah çekerek hele şimdi kalsın, yazmayayım. Bugün dışarı çıkıp salayım kendimi sokaklara, aylakça dolaşıp serserilik edeyim diyebileceğimiz anlara gönderme yapmış aslında yazar. Ama vakit romanın ruhundan sıyrılıp günü gün ederek “serserilik” yapmaya asla izin vermiyordu.
Çünkü biliyor(d)um ki! Yazarın dünyası kendi ruhunda saklı kalmış yazamadıklarının kendisinden sonra yaşayanları rahatsız etmesin diye belki kendisi için aslında beslenme kaynağı da olan şehir(ler)inin uzağına ama şehri gören noktasına gömülmeyi istemesi ile de ilintili (miydi ne!).
Özlem Narin Yılmaz’ın Huzursuz Perileri; yazı dünyasına cepheden ve edebi bir yolculuk aslında. Okuru, yazı dünyasında bir yüzleşmeye, hesap kesimine yönlendiriyor. Gündelik hayatta yazı / yayın dünyasında sıkça karşılaşılan / konuşulan türden olanlardan yüzleşmelere.
“Hayran olunan” “yazarınız”la ilk karşılaşma / buluşma imza gününde; öncesinde okurdan yazara yazılmış bir elektronik postanın yazarın asistanınca cevaplandığının öğrenilmesi! Yazarın imza gününde verdiği karttaki telefon numarasına hep sekreterin çıkması ve sekreterin de hep yazara ulaşmada “blokaj” oluşturması okur / yazar ilişkisi açısından o kadar çok tanıdık ki!
Ya da meramı yazma olan “yazar”ın edebiyat dergisine yollanan mektubunun aylar sonra akıbetini öğrenmek için “yazı mekânı”na gidildiğinde zarfının hiç açılmadan sekreterce atılan çöp sepetinin adres olarak işaret edilmesi. Ve sonrasında itibarlı bir akademisyence yazarlıkta umut vaat eden bir “yeni yazar” olarak aynı derginin yayın yönetmenine “tavsiye” edilmesi”!
Bu ayrıntılar aslında Huzursuz Periler içinde romanın edebi kimliğinin teferruatları olarak kabul edilecekler olsa da! Ben Özlem Narin Yılmaz’ın edebiyatının okurda bırakacağı haz ve tada daha fazla müdahale etmeden o ayrıntıları deşmek istedim.
*Özlem Narin Yılmaz, Huzursuz Periler, Ocak 2016 Ayrıntı Yayınları.
Şeyhmus Diken Diyarbekir Mart 2016