Demokratik kültürel alt yapısını henüz yeterince olgunlaştıramamış coğrafyalarda; kültürel alanla ilgili “iş” yapmak hayli meşakkatlidir.
Bu sadece mevzubahis alanın sunum cephesinde olanla değil, talepkâr cephesi ile ilgili olarak da böyledir.
Kitap yazan, film çeken, tiyatro oyunu sahneleyen, fotoğraf sanatçısı, heykeltraş ve dahi kültür sanatın bütün dalları ile uğraşanlar açısından böyle bir durum söz konusudur.
Hele ulusal ya da yerel iktidarlarlarla yıldızınız barışmıyorsa. Üstelik bunu eserinize yansıtıp hissettiriyorsanız!
Üstelik Türkiye gibi henüz telif meselesinin kurumsal manada yerleşemediğini, kültür-sanat alanında emek sömürüsünün had safhada olduğu biliniyorken; inadına yazmak, oynamak, çizmek de işin ayrı boyutu.
Doğrusu kültür ve sanat üretimlerinin, eserlerinin “alıcı”sının hayli seçkin bir kulvarda yürüdüğü, henüz geniş kitlelerle kucaklaşamadığı böylesine “alengirli” tuhaf zamanlarda bu alana yatırım yapmak, yatırımcı açısından risk unsuru taşısa da! Krizlerden fırsat yaratarak çıkmayı beceren cesur ve öngörüsü yüksek yatırımcıların olduğunu bilmek ve görmek de işin keyif verici yönü.
Diyarbakır’ın surların dışındaki yeni kent dokusunun şimdilerde en albenili mekânsal kuşağı, örnekleri batı yakada da görülen Kayapınar/ Diclekent beldesinde boyveriyor.
Asıl adı “Mahabad Bulvarı” olan ve halk arasında “75 metrelik yol” olarak kabul gören upuzun geniş caddenin sağı ve solu yolboyunca gayet “akıllı” yüksek binalardan oluşturulmuş korunaklı steril sitelerle dolu.
Kısa zaman dilimi içinde büyük “rantiye” alanına dönüşen beldenin bu en cazip caddesi son bir kaç yıldır adeta “cafe”ler mezarlığına döndü / döndürüldü. “Deryası,” “Dünyası” bilmem nesi ikinci ekiyle o kadar çok önünde “cafe” yazılı mekânlar açıldı ki! Akıl kârı değil.
Ortalama gelir düzeyine sahip yurttaşın harcama sınırlarını zorlayacak bir kitleye hitap eden bu mekânların iyi iş yapanları olduğu gibi, daha ilk yılında birine devredip kurtulmayı tasarlayan mekân sahiplerinin sayısı da az değil!
İşte bu hercümerc içinde bu yazıya konu olması gereken bir yeni mekân kentle ve kentin yeni yüzüyle buluşuyor.
Adeta “cafe” kültürüne karşı okuma yazma kitap kültürüyle yeni bir soluklanma mekânı gibi. Adına “Yayın Ağacı” dedikleri kurumsal alt yapısı titiz bir ekiple ve hayli zaman alan önhazırlıkla kente merhaba diyor.
Kentin kıymetli hemşehrisi Ali Emiri Efendi’nin bir zamanlar şehirde “Bir milyon Kırk bin” kitaplık cesim bir kütüphaneden söz ettiğini sanki bilerek üç katlı ve bir milyon kitap sloganıyla şehirle buluşuyor / buluşturuyor Yayın Ağacı...
Bu yatırımın muhteşem aktörü Yusuf Serdar Esen ile mekânı gezip sohbet ederken sahiden heyecanına ortak olmamak elde değil. Aralarında Canan Tan, Şükrü Erbaş, Erdal Demirkıran gibi on yazarla 18-27 kasım tarihleri arasında imza günleri ile birlikte açılıyor Yayın Ağacı.
Önümüzdeki yıllarda bir Diyarbakır markası olarak İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirler başta olmak üzere 30 dolayında şube açmayı planlayan Yayın Ağacı, kanımca şehrin bu “crem de la crem” tabakasının yaşadığı mekânlar manzumesinin çehresini de olumlu anlamda değiştirip bir kültürel uğrak yeri olacak.
Siz ne düşünürsünüz bilmem! Ama ben sıkça yayın ağacına uğrayacak ve kitapların arasında kaybolup Ali Emiri Efendi’nin ruhunu okşayacağım...