Okulumu yeni bitirmiş. Öğretmen olarak Ergani Fen lisesine atanmıştım. Diyarbakır ve Ergani ile ilgili hiçbir bilgim yoktu. Sadece iletişim araçlarından biliyordum.
Trenle yolculuk yapmak çocukluk hayalimdi. Diyarbakır yönüne giden trene binmiş yol arkadaşımla birlikte hareket etmiştik. Yol arkadaşım, yani yanımda oturan 65 yaşlarında,1.85 boylarında çatık kaşlı, Şık giyimi ile göz dolduruyordu. Çok sert birine benziyordu. Subay veya polis emeklisi olmalıydı.
Bir süre yol aldıktan sonra konuşma gereğini his ettim. Belki Diyarbakırlıdır. Diyarbakır hakkında ön bilgiler alabilirim diye düşündüm. Hal hatır sorduktan sonra, öğretmen olarak Ergani Fen Lisesine atandığımı söyleyince, şöyle birkaç saniye durdu. Sonra koltuktan kalkacak gibi bir hareket yaptıktan sonra, arkasına yaslanarak; ” Demek öğretmensin. Yeni atandın.” Evet, efendim. Öğretmenim.”” Nerelisin?” Diye sorunca “Türkiyeliyim” deyince, muzip bir gülümseme ile yüzüme baktı. “Demek Türkiyelisin. O zaman yol boyunca sana Türkiyeli diyeceğim.”
Uzun bir yolculuğa çıkacak gibi yeniden hareketlendi. Sonra boğazında biriken pası siler gibi sesler çıkardı. Yüzüme bakmadan, düzgün Türkçesi ile kibar ve nazik bir şekilde; bak öğretmenim. Bak Türkiyeli. Sen Diyarbakır’ı bilir misin? Diyarbakır toprağına hiç ayakbastın mı? Diyarbakır insanı ile canciğer oldun mu? "Hayır" deyince. Bak genç öğretmenim. Beni can kulağı ile dinle. Bizim oraların iklimi serttir. Kışları soğuktan, yazları sıcaktan kavruluruz. Dağlarımız haşindir. Suyumuzu sorarsan oda serttir. Kaderini sorarsan o hepsinden daha serttir. Bilirsin ki, insanın yaşadığı yerin coğrafyası, insanın folklorunu belirler.
Bizim oralarda türküler yanık olur. Bizim oralarda ölülerin arkasından yürekleri paralayan ağıtlar yakılır. Öyküleri, şiirleri, masalları, destanları yiğitlik ve kahramanlık kokar. Düğünlerinde halay çekenler, adeta yeri döverler. Bütün acısını yerden çıkarırlar.
Yani bizim insanımız sert iklimde, sert coğrafyada doğup büyümüştür. Yüzüne baktığında dağların, güneşin, fırtınanın, tipinin sertliğini görürsün. Sertliğini yaşarsın. Bölesi haşin bir coğrafyada başka türlüde olmaz zaten.
Ama yüreği var ya yüreği, yüreği ise tatlı bir sudur. İç içebildiğin kadar. İçimine, sohbetine doyum olmaz. Bir adım yaklaşana, beş adım, bir çay içirene, beş çay, bir lokma ekmek yedirene, beş lokma ekmek yedirir.
Bak Türkiyeli. Rüya mıydı gerçek miydi? Bilemiyorum. Çünkü yılar geçti. Galiba gerçekti. İnsan yaşlanınca bazı şeyleri hatırlamaz oluyor. Gerçek mi, rüya mı? Hepsini biri birine karıştırıyor.
Yıllar önceydi. Yakışıklı isminde bir çocuk vardı. Gerçek ismini, adını bende unuttum. Sana Yakışıklıyı anlatayım, sende dinle. Yolumuz uzun. Daha iyi zaman geçer.
“Yakışıklı” mı? Evet. Yakışıklı. Neden mi Yakışıklı diyeceksin? Çünkü ilkokul öğretmeni ona hep Yakışıklı derdi. Yakışıklı deyince diğer öğrenciler onu çok kıskanırdı. Öğretmen bütün çocukları ismi ile çağırırken ona Yakışıklı derdi.
Bilirsin ilkokul öğretmenleri unutulmaz, emekleri hiç edilmez. Sende unutmamışsındır. Bende hiç unutmadım. Rahmetle ve minnetle anıyorum. Üzerimde emeği çoktur.
Yakışıklı Ergani İnkılap İlkokul bitirince 1968 yılında Dicle İlk Öğretmen Okulu sınavlarına girer. Listede birinci sırada ismi çıkar. Okuldaki mülakat sınavını da geçer. Okula kabul edilir. Kayıt işlemleri de yapılır.
Okullar açılınca kendisinden büyük bavulu ile okula gelir. Sanırsın serçe kuşu. Ürkek mi ürkek yüreği kıpır kıpır atmaktadır. Gözleri ağlamaklıdır. Boğazı düğüm düğüm olmuştur. Okul binasının önünde, her adım atışında, okul üstüne üstüne gelir. Sanki okulun bütün öğrencileri ona bakıyor, herkes onun kalbini dinliyor, ayaklarının neden titrediğini sorguluyormuş gibi hislere kapılır. Bayıldı bayılacak gibi olur.
Yakışıklı baba ocağından ilk ayrılışıdır. Artık yanında ne anası, ne babası, ne abileri, nede kardeşleri vardır. Kardeşleri ile aynı odada yatmış, aynı tavadaki pilava, aynı tenceredeki çorbaya, kaşık çalmıştır. Onlarla gözünü açmış, onlarla gözünü kapatmıştır. Küçücük dünyasından, yani toprak damlı, kerpiç duvarlı, küçücük evinden ayrılmış, devasa bir dünyaya, taş duvarlı kocaman bir evin için de kendini bulmuş.
Dersler başlar başlamaz tarım öğretmeni Yakışıklı gel buraya. Yakışıklı git şuraya demeye başlamış. İlkokul öğretmeninden sonra tarım öğretmeni de Ona Yakışıklı demiş. Sonra ki günlerde bütün öğretmenleri ve arkadaşları onun gerçek adı ile değil, takma adı ile çağırmaya başlamış. Artık onun adı Yakışıklıdır.
Yakışıklı daha okula yeni ısınmıştı ki okulda bir hareketlenme başlar. Okul müdürü başka İl’e sürülmüştür. Yakışıklının kelime dağarcığına yeni bir sözcük daha eklenir: BOYKOT!
Öğrenciler derslere girmiyor, bazı öğretmenlerde öğrencilere destek veriyor. Okul girişinde ki telefon direği, öğrenciler tarafından devrilmiş, yol trafiğe kapatılmıştır. Giriş ve çıkışlar öğrencilerin kontrolünde yapılıyormuş. Ateşler yakılmış halaylar çekiliyor, türküler söyleniyor, konuşmalar yapılıyormuş.
Öğrenciler ve öğretmenler müdürlerini geri istiyor, “DUMANSIZ ATEŞ OLMAZ” ”MEHMET DUMANSIZ OKUL OLMAZ” diye slogan atıyorlarmış. Bu sloganları “EŞİTLİK, ÖZGÜRLÜK, BAĞIMSIZLIK” sloganları ile süslüyorlarmış.
Okul müdürünün lojmanından başlayan yürüyüşün başını ise, iri- yarı, kocaman gözlüklü bir öğrenci çekiyormuş. Kocaman bir sazı varmış. Sazına her dokunuşta gümbürdetiyormuş. Boğaziçi Öğrencilerinin kendilerine uyarlayıp söylediği türkü var ya işte onu. “Yuh… Yuh… Soyanlara, Soyup Kaçıp doyanlara yuh”… Türküsünü söylüyor, arkasındaki yüzlerce öğrenci söylenen türküyü tekrarlıyormuş.
Yakışıklı ise tüm bu olup bitenleri anlamaya çalışıyormuş. Yakışıklının baba ocağın da hiç böyle şeyler olmazmış. Yenidünyasın da, yeni evinde olup bitenleri hararetle izliyormuş. Baba ocağında ki dünyası çok uzaklarda kalmış. Yenidünyasında yeni kapılar açılmış. Olup bitenler başını döndürüyormuş.
Yakışıklının Ergani’den, Dicle’den, Kulp’tan, Urfa’dan, Mardin’den, Siirt’ten gelen köy ve kasaba çocukları artık yeni kardeşleri varmış. Onlarla yatıyor onlarla kalkıyormuş.
Artık tencerede değil, karavanaya, hep birlikte kaşık sallıyorlarmış. Onlarla yatıyor, onlarla kalkıyormuş. Onlarla gülüyor, onlarla ağlıyor, onlarla dertleşiyormuş.
Bu kardeşlerinin çoğunun ana dilleri Kürtçeymiş. Türkçeyi iyi konuşamayan kardeşlerine, bazı öğretmenler çok kızıyormuş. Hakaret ettiği bile oluyormuş.
Yatılı Bölge İlkokullarından(YİBO) gelen kardeşleri ise, hem Türkçeyi güzel konuşuyor, hem de okuldaki bütün sportif ve kültürel faaliyetlerde çok başarılıymış.
Yakışıklının baba evinde çatal, demir kaşık, masa yokmuş. Olmadığı içinde yerde, yer sofrasında, yemek yerlermiş Demir kaşık değil, tahta kaşık kullanırlarmış. Ranzada değil, yer yatağında kardeşleri ile koyun koyuna yatarmış. Buradaki evinde ise, iki katlı ranza varmış. Her kardeşin yatağı ayrı ayrıymış. Yemeklerini ise on kişilik masada yerlermiş.
Yakışıklı ilk gece ranzanın üst katında uyumuş. Gece yarısı ranzadan düştüğünü, hiç mi hiç unutmamış. Ama o geceden sonra bir daha düşmemiş. Çünkü düşme korkusu ile uyuyormuş. Ranzanın ikinci katında uyumak, Ona baba evinde yazları damda kurulan tahtı hatırlatıyormuş. Tahtı hayal ettikçe, ranzanın üst katında uyumaktan zevk almaya başlamış.
Yakışıklı babasının damda taht kurmasını çok seviyormuş. Babası pilli radyoyu açar, ailece dinlerlermiş. O zamanlar, öyle her evde radyo yokmuş. Koca mahallede bir tek Yakışıklının babasının evinde varmış. Hatta elektrik bile yokmuş. Gaz lambası ile evi aydınlatırlarmış.
Babası, Erivan Radyosunun Kürtçe yayın saatini bilirmiş. Her akşam o saatte Erivan Radyosunu açar, radyodan Ayşe Şanı, Kavus Ağayı, M Arif Cizreliyi’ dinlerlermiş. Gerçi Yakışıklı Kürtçe bilmezmiş. Çünkü anası Türk’müş anadili de Türkçeymiş. Ama Yakışıklının babası Kürtçe bilirmiş. Onun en çok hoşuna giden Kürt komşularının Yakışıklının babasına seslenişiymiş. Dayı… Dayı… Radyonun sesini aç… Demesiymiş.
Yakışıklının baba evinde şiddet yokmuş. Ne kardeşleri, nede kendisi hiç dayak yememiş. Babası, anası şiddet uygulamazmış. Anaları çok kızdığında bazen beddua edermiş. Ama okulda bazı öğretmenler bazen kendisine, bazen de arkadaşlarına şiddet uygularmış.
Çok iyi öğretmenlerde varmış. Öğrenciye sevgi ile yaklaşan, dertlerini dinleyen, problemlerini çözmeye çalışan. Yakışıklı, en çok bu öğretmenleri severmiş. Yakışıklı saygıda öğretmenine kusur etmezmiş. Ama şiddet uygulayanları hiç mi hiç sevmezmiş.
Yakışıklı fen bilgisi öğretmeninden çok korkar, ondan nefret edermiş. Yakışıklı birinci sınıfta iken bir gün; Fen bilgisi öğretmeni yarın size sorular soracağım. İşlenen konulara çok çalışın “sığır oğlu sığırlar.” Bu öğretmen her cümlesinde “sığır oğlu sığırlar” demeyi alışkanlık haline getirmiş. Eşi ile anlaşamıyormuş. İçip içip sınıfa gelirmiş. Dayak atmada, hakaret etmede bir numaraymış. Ertesi gün en önde oturan öğrenciden başlayarak soru sormaya başlamış. Öğrenciler bu öğretmenin dersinde korkudan tir tir titrermiş. Bildiklerini de unuturlarmış. Öğretmen Yakışıklının önünde oturan, öğrenciye kenarlarına göre yaprak çeşitlerini saymasını istemiş. Yakışıklının arkadaşı dört taneyi saymış ama iğne yaprağı unutmuş. Öğretmen yakasından toplu iğneyi çıkarmış arkadaşımızın elinin tersine batırmış. Öğrencinin eli kan içinde kalmış. Öğretmen toplu iğneyi göstererek, Oğlum bu ne yapıyor? “Isırıyor öğretmenim” deyince “Lan, sığır oğlu sığır, bu köpek midir ısırıyor.” Öğretmen avuç içi ile öyle bir vuruş yapmış ki öğrencinin ağzı burnu kan içinde kalmış. O derste Yakışıklının sınıfında dayak yemeyen kalmamış. Hatta yakışıklının bazı arkadaşları korkudan altına bile kaçırmış.
DEVAM EDECEK.