Bir sonbahar günü Demirkapı köyüne gitmiştim, kar henüz düşmüştü, Ağrı dağının kara bazalt taşları bembeyaz kesilmişti. Defalarca boşaltılmış, yıkılmış köy öylece boş duruyordu. Kekê İbrahim, Silekose’nin yakılmasından sonra sığındıkları taş evleri kayalıklardan zar zor seçebildi, yıkıntılarını bana gösterebildi. Babası Mustafa Bobilik’in doğup büyüdüğü köy Silekose’nin yeri biraz daha yukarılardaymış, yaylalarına yakın, Ağrı dağının kuytu bir yerinde. 1926 yılında patlak veren Ağrı İsyanı sırasında, tam altmış yıl önce yine boşaltılmış, yakılmış, Silekose’nin 1993 yılının Eylül’ünde, Demirkapı’nın ise bundan bir yıl sonra 1994 Ekim ayında yakılıp yıkılması gibi. Henüz altı, bilemedin yedi yaşında Ağrı İsyanı sırasında topların vurduğu, at ve katırlarıyla uçurumlardan düşüp can verdikleri Zemyan deresinden sağ çıkarak sınırın ötesine kaçmayı başarabilmiş, Mako’ya, Xoy’a, Tambat’a, Kutur’a, ta Mahabad’a kadar gitmiş, oradan da Behdinan’a geçmiş, olmayınca kuzeydeki Gever’e atmış kendisini, Zeydanlara sığınmış Mustafa Bobilik. Yine olmamış, yine dünya dar gelince ona, bu defa Urmiye, Salmas, Xoy, Mako derken baba topraklarına, Silekose’ye dönmüş gizlice, bir süre önce ölen amcasının oğlunun kimliği ile kaldığı yerden devam etmiş yaşamaya, hasretiyle yanıp tutuştuğu Silekose’de, baba ocağında. Onu gördüğüm 2001 yılında seksen dört yaşında olduğunu söylemişti. Kekê İbrahim’in yardımıyla yaptığım sohbette onu en çok etkileyen olayın Ozê Heskê’nin kızı Xezal’ın hikayesi olduğunu öğrendim. Birkaç cümleyle anlattığı hikaye ile alıp götürdü beni o anlara, Ağrı İsyanına, Zemyan vadisine, sınır hatına, tanıklıklarına...
*
Bir asrı devirmek üzereyken bu dünyadan göçüp giden koca çınarı, sınır boylarındaki acılı yaşamın kahramanı Mustafa Bobilik’in tanıklıklarına eşlik ederek devam ediyorum. Kadın erkek, çoluk çocuk, Ağrı dağının eteklerinde savaşçı olmayan ne kadar insan varsa hepsi can havlıyla yola koyuldu. İnek köyünden, Şêxmîrzo’dan, Mişko’dan, Kelhesen’den, Gundê Gir’den, Silekose’den, Demirkapı’dan ve daha onlarca köyden yola çıktılar. Yürüyecek hali olmayan yaşlılar, ağır hastalar at ve katır sırtında kafile kafile ilerliyordu çetin dağ yamaçlarında. Çocuklarını sırtlayan gencecik gelinler, son anda yanlarına alabildikleri bohçalarıyla kafilelerin ardı sıra yürüyordu . Genç kızlar da öyle; sırtlarında küçücük kardeşleri, ellerinde bohçaları, durmadan yürüyorlardı hiç bilmedikleri, hiç görmedikleri sınırın ötesine doğru. Aceleyle yola çıkmış olsalar da varlarını, yoklarını sığdırdıkları bohçalarını unutmamışlardı. Nasıl unutsunlar ki umutları, gelecekleri, hayalleri saklıydı o renk renk, o bir birinden güzel bohçalarında. Kimi düğünlerde giyindiği al fistanını, pêşmalını, kimi ipek başörtüsünü, kimi gümüş kofîsini, altın bileziğini almıştı yanına. Uzaktan, ta Bazid ovasından atılan toplarla gelen ölüm enselerindeydi adeta, bir türlü peşlerini bırakmıyordu. Ama kararlıydılar, ölümden kurtulmaya yemin etmişlerdi. Biraz daha dayanırlarsa sınırın karşı tarafına ulaşıp canlarını kurtaracaklardı…
*
Son kafileden bile kopmuş gerilerdeki Demirkapılı Ozê Heskêyê Hesesorî’nin yükü daha bir ağırdı, daha bir dayanılmazdı. Sırtında yaralı kızı, elinde bohça, yetişmeye çalışıyordu rüzgar gibi giden kafileye. Ne yapsa da hep geride kalıyordu, ancak kafileyi uzaktan takip edebiliyordu, nefes nefese. Bir türlü yol vermeyen taşlık arazide ancak ayaklarını sürüyebiliyordu. Durmadan Kürdün kaderine, kendisine, onları beladan korumaktan aciz kalmış Ağrı dağına, ses vermeyen dünyaya, hepten unutmuş Allah’a sitem ediyordu. Bir de bedenini taşıyamayan dizlerine lanet okuyordu. Ne yapsa yetişemiyordu son kafileye, ne etse daha fazla ilerleyemiyordu. Şarapnel parçası göğsüne saplanmış kızının ağır yarası dayanılacak gibi değildi, her bir tarafını sıkı sıkı bağlamasına rağmen bir türlü kanı durmuyordu. Üstelik, “Kurtulmaz, onu bırak artık, gidelim…” diyordu durmadan arkadan gelen yeni top gülelerine göğüslerini siper eden gencecik savaşçılar. Ozê Heskê onları dinlemiyordu bile, adeta ölümle inatlaşıyordu, var gücüyle bir adım daha atmaya, biraz daha ilerlemeye çalışıyordu ama olmuyordu, bir türlü yetişemiyordu hızla ilerleyen kafileye. Gücü yettiğince Ağrı dağının yol vermeyen vahşi doğasına dirense de, önene çıkan tepeleri, vadileri bir bir aşmayı umut etse de...
*
Hepten dermansız kalınca dizleri, kan revan içindeki kızını sırtından indirmek zorunda kaldı, “Olacak, yetişeceğim, ama biraz nefes almam, güç toplamam lazım gençler…” diye yalvardı, top menzilindeki kafileyi sağ salim sınırın ötesine ulaştırmaya çalışan genç savaşçılara. Bir adım daha atamayacağını anlayınca kızını, Xezal’ını yavaşça indirdi, iki elini beline dayayıp dikeldi bir an, gözleri arkada bıraktıklarını aradı kendiliğinden. Biraz önce aştıkları tepenin ardından dumanlar giderek daha çok yükseliyordu. Her şeyini o tepenin ardında bırakmıştı kaçarken. Evini, koyunlarını, keçilerini, kınalı kuzularını, hatta o güne kadar bir an bile onu bırakmamış köpeğini. Ailesinden ise bihaberdi, önden gittiler mi, geride kaldılar mı bilmiyordu. Bir tek yaralı kızı Xezal yanındaydı; o da artık ses vermiyordu, cansız bedeni bütün masumiyetiyle öylece duruyordu koca bir kayanın dibinde. Daha fazla beklemeye tahammülleri kalmamış savaşçıların uyarısı üzerine son bir defa daha kızına, “Xezal, Xezal, Xezal, ne olur ses ver…” diye seslendi Ozê Heskê, ama nafile, Xezal ses verecek durumda değildi, son nefesini çoktan vermişti bile. Baktı olacağı yok, koluna girdi genç bir savaşçı, “Xale Ozê, sadece kendini değil, bizi, hatta bütün kafileyi tehlikeye atıyorsun. Düşen topları görüyorsun, içimize düştü düşecek. Xezal’ın yarası ağırdı, kurtulacağı yoktu, artık bırakalım…” diyordu Ozê Heskê’ye. Savaşçıyı duymuyordu sanki, kayanın dibine boylu boyunca uzanmış kızının kan içindeki saçlarını durmadan okşuyor, öpüyordu çaresizce. Bazen de nasırlı ellerini gökyüzüne açıp yalvarıyordu Tanrı’ya, kudretini göstermesi, dünya güzeli kızına can vermesi için. Bir umutla yeniden yeniden sarılıyordu kızının hareketsiz bedenine, biricik varlığına, “Xezal, Xezal, ne olur bir ses ver, bir ses ver…” diye.
*
Savaşçılar, son nefesini vermiş Xezal’ı yerinden kaldırdılar, kuytu bir yere götürdüler, allı, pullu fistanıyla birlikte boylu boyunca çukurluk bir yere uzattılar. Çevresine birkaç büyükçe taş koydular, bohçasını da başının altına yerleştirdiler. Üzerini bulabildikleri çalı çırpı ile örttüler, aceleyle birkaç avuç toprak attılar üzerine. Kızı Xezal’ın yarı gömülü kıpırtısız bedeni karşısında taş kesilmiş Ozê Heskê ağlayamıyordu bile, sadece gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Topların giderek daha yakınlarına düşmeye başlamasıyla iki savaşçı Ozê Heskê’nin koluna girdi, yürümeye yavaş yavaş başladılar epey ilerlemiş, Zemyan vadisine giden yolun üzerindeki ilk sırtı aşmak üzere olan kafileye doğru. Ağır ağır atılan adımlar giderek hızlanmıştı ki kafilenin birinden kopmuş çoğu kadın bir kalabalığa ulaştılar. Onlara yaklaştıkça ağıt sesleri belirginleşiyordu. Yerde hareketsiz yatan 5-6 yaşlarındaki bir erkek çocuğunun başına toplanmış kadınlar, iç parçalayan, dahası Ağrı dağını titreten ağıtlar yakıp dövünüyorlardı. Erkekler, kadınları kollarından tutup çektikçe, onlar seslerini daha da yükseltip kapanıyorlardı çocuğun cansız bedeni üzerine. Az önce güzelim Xezal’ını öylece geride bırakan Ozê Heskê, vakur bir edayla yaklaştı ağıt yakan kadınlara, “Az önce aydan güzel, dağlardan yüce Xezal’ımı bıraktım geride, koca Ağrı dağına bile boyun eğdiren topların içinde. Artık kalkın, daha fazla ağlamayın, ama bu yaşadıklarımızı da unutmayın. Ağlamanın değil, yola çıkma zamanı…” dedi. Kutsal bir tını vardı sanki sesinde Ozê Heskê’nin. Onu duyan kadınlar ağıdı yarıda bıraktı, çocuğu el birliği ile kazdıkları küçücük bir çukura yerleştirdiler, birkaç taşla üstünü örttüler, çaresizce yola koyuldular Zemyan vadisine doğru…
*
Evet, ta Bazid ovasından atılan topların menzilinden çıkmışlardı ki bu defa Sovyet Sosyalist Ruslar’ın Ermenistan sınırlarından atılan topları dövmeye başlamıştı yollarını. Kaçacakları bir yerleri kalmamıştı artık, sıkışıp kaldılar eli boş bile geçilmesi zor Zemyan vadisinde. Toplar düştükçe vadinin sırtlarına, kan ter içinde kalmış atlar, katırlar çıldırıyordu adeta, her biri bir taraf kaçışıyordu. Toplar düştükçe insan çığlıkları vadinin her bir tarafından yükseliyor. Kıyameti kopmuştu çocukların, kadınların illaki yaşlıların. Tepelerinde dağılan şarapnel parçaları yetmiyormuş gibi bir de onlarca katır, at sırtlarındaki yaşlı ve hastalarla birlikte yuvarlanıyordu vadinin tabanına sıkışıp kalanların üzerine, onlarca, belki de yüzlerce gencecik gelin, daha tıfıl sayılacak kızlar sırtlarındaki bebeklerle birlikte can veriyordu altlarında. Hele annelerinin fistanına yapışmış küçücük çocukların son çığlıklarını, verdikleri son nefeslerini sormayın gitsin, sormayın gitsin...