Mümin Ağcakaya - Özel Haber
TİGRİS HABER - Önce basına düşen küçük bir haberden hareketle üç sayfalık bir öykü yazar. Devamında kadınların yaşadıkları sorunları dile getiren birçok öyküyü kaleme alır. Daha sonra yazdığı öykülerden hareketle ‘Suskunca’ romanını yazan Ahmet İşözü; susturulan, dövülen, hakarete uğrayan, öldürülen mor kadınlara karşı bir borcunun olduğunu dile getirir. Uzun bir tarihsel süreç içinde erkek egemen anlayıştan kaynaklı kadınlara yapılan haksızlığı: “Bu hikâye bir boynun taşıyamayacağı kadar ağır ve bir o kadar da günahkâr bir gerdanlıktır. Bu hikâye; biraz bizim, biraz sizin ya da hepimizin boynuna asılı duran bir hikâyedir.” diye alışılmışın dışında bir değerlendirme yapan yazar, kadın sorunlarına; karşı taraftan, bir erkek olarak, kalemini morartarak romanında ele alıyor. Yazar Ahmet İşözü:
“Şehirde de yaşasan köyün en ücra köşesinde de yaşasan çektiğin sıkıntılar birdir. Yine morartılıyorsun yine morarıyorsun. Sessiz çığlıkları kimse duymaz. Ya sessiz çığlıkları bir sokak ortasında ölüm merasimiyle duyulur ya da köylerde hiç kimse duymadan nesiller boyunca Suskunca’nın susturulmasıyla devam eder. Öyle kadınlarımız var ki; o kadınlara bırakın gülmeyi, ağlama dahi çok görülmüş. Ağlamanın dahi çok görüldüğü o kadınların bütün çığlıklarına, feryatlarına kitabın birçok yerinde ben bile dayanamadım.”
UMUDUNU KAYBETMEYEN KADIN BAŞARIYOR
“Bu kitapta şöyle bir şey yapmaya çalıştım: Postmodern tarzda, yani klasik bir hikâye tarzı değil. Öyle bir şey ki bir deniz düşünün; on yerden nehirler, akarsular o denize doğru akıyor. Ve tüm renkler o denizde tüm kimliklerinden sıyrılarak bir oluyor. Denizde boğulmamak için denize doğru akanların rengine hâkim olmak lazım. Bu şudur; bir kadının kendi çocuğuna inanmasıdır. Bir kadının; çocuğu özürlü de olsa, sakat da olsa o çocuğuna inanmasıdır. Ölümüne o çocuğunun üzerine gitmesidir. O çocuğu doğurmasıdır. Bizim köylerde oldu: Bir Zozan anne vardır. Zozan anne çocuğunu doğururken ölüyor. Henüz on dört yaşında çocuğunu doğururken ölüyor. Kahramanımız Leyla onun kızıdır. İkinci bir kahramanımız ise Züleyha’dır. Şehirdeki Züleyha’nın hikâyesinde umut vardır. O umuduna güveniyor. Öyle bir kadın portresi var ki romanın sonunda diyor ki: Ben inandım, umudumu kaybetmedim. Umudumu kaybetmediğim için de başardım.”
KİTABIN ÖZÜNDE İNANMAK VARDIR
“Romanı oluşturan, kadının inancıdır. Kadın inanırsa diyorum ve susuyorum. Özellikle çocuğu için ölümü göze alanlara ithaf ediyorum. Bunu onlar adına yazdım. Onlara borcumuzu bir nevi olsun ödemişsem bu benim için çok kıymetlidir. Yoksa kitabım çok beğenilsin, kitabım çok satılsın bu benim umurumda değil. Bu kitabı okuyan kadın ve erkek okuyuculardan çok güzel geri dönüşler oldu. Bir anne, bana şunları söyledi: ‘Okudum… Yoruldum… Dinlendim… Çocuk oldum… Kadın oldum… Anne oldum… Kedi oldum… Umudu buldum… Ben de çocuklarıma inandım.’ İnanmak lazım. Bu kitabın özünde de inanmak vardır. Annenin umudunda, inancında doktorun özürlü dediği çocuk, nur topu gibi olur” diyen yazar, acıların evrensel olduğunu söyleyerek;
“Sadece Anadolu’nun bir köyünde değil; o köy İtalya’da da olsa aynı acı var. İngiltere’de de olsa aynı acı var. Bir nevi yerelden evrenselliğe doğru gittim. Orada kadının içine bütün kadınları bıraktım” demektedir.
Romanınızda geçen hikâyeler sadece kurgusal değil, çevrenizdeki gözlemlerinize de mi dayanıyor?
Kadınların yaşam içinde yaşadıkları açmazları, nasıl susturulduklarını ve susan kadınların kendi içinde bir dil oluşturduklarını erkeklerin bu dile yabancı olduğunu söyleyen İşözü;
“Bazı kadınlar vardır, ben onlara sahipsiz kadınlar diyorum. Kocası döver, kaynanası döver, kadın gider taşın üstünde biraz ağlar. O kadın bir süre sonra tekrar gelir o haydutların içinde yaşar. Çevremizde o kadınlar çok vardı. Biz o kadınlarla büyüdük. Öyle kurgulamış ki onlar, romanda hepsi tek vücut haline gelmiş. Orada dört beş kadın var. Hepsi de bir kadının ruhunda birleşiyor. Hikâye bütün kadınlarındır.
‘Suskunca’da kadınların dili Suskuncadır. Çığlık atsan da dünyayı yerle bir etsen de hiçbir zaman o suskunluk kadar etki etmez. Kadın susarsa dünya yıkılır. Kadının suskunluğuna bir çare bulmak, onların o suskunca dilini öğrenmek lazım.
HER YERDE SUSTURULAN BİR KADIN VAR
“Her yerde susturulan bir kadın var. Şehirde susturulan bir kadın var. Köyde susturulan bir kadın var. Tarlada, evde, sokakta susturulan bir kadın var. Hep kadın susturuluyor. Baktım ki; kadınlar o suskun halleri ile birbirlerine dertlerini anlatabiliyorlar. Her ne kadar erkek zihniyeti o Suskuncayı öğrenememişse de; kadınlar onu kendi aralarında güzel bir dile çevirmişler. Ben de dedim ki: Suskunca diye bir dil ortaya atalım. Belki yarın Ahmet ölür. Belki yarın daha farklı mecralarda Suskunca’ya bir kürsü açılır. Bu inançla Suskunca diye bir dil ortaya çıktı. Bu hikâye, daha doğrusu benim yazı stilim; kadınların acılarını, sorunlarını içeren bir deneme şeklinde ortaya çıktı. Bu denemeler birleşerek hikâyelere dönüştü. Hikâyeler de birleşerek Suskunca’yı doğurdu.”
Suskunca nasıl ortaya çıktı?
Suskunca romanının nasıl ortaya çıktığını ve yazara yazma fikrinin hangi olayın ilham kaynağı olduğunu ve kısa öyküden bir romana nasıl dönüştüğünü;
“İlk olarak bir haberin kıvılcımıyla ortaya çıktı. Annesine el sallayan bir bebek vardı. Kadın doktora gidiyor. Doktor: “Çocuk özürlüdür, alınması gerekir.” diyor. Kadın bunu üç gün düşünüyor. Üç gün sonra kürtaja girmeden önce bir daha bakayım, inanmıyorum çocuğumun özürlü olduğuna diyor. Sonra doktor tekrar ultrasyona bakıyor; çocuğun sapasağlam olduğunu ve annesine el salladığını görüyor. Bu küçük hikâyeyi üç sayfa olarak kaleme aldım. Sonra kürtaj üzerine yazdığım bu hikâyeyi bir arkadaşıma okuttum. Onların başından da buna benzer bir olay geçmiş. Gelip bana niye bize bunu yaptın sabaha kadar ağladık, dediler.
Böylece bu yazma serüveninde üç sayfalık hikâye 21 hikâyeye ve sonunda da romana dönüştü.
HEPİMİZİN BOYNUNA ASILI DURAN HİKÂYE
Kitabımızda birçok hikâye var. Ama birçok hikâyenin ana omurgası var ve bu ana omurganın etrafında birleşirler.
Bu hikâye, bir boynun taşıyamayacağı kadar ağır ve bir o kadarda günahkâr bir gerdanlıktır. Bu hikâye, biraz bizim biraz sizin ya da hepimizin boynuna asılı duran bu hikâyedir.
Kitabımız umutla bitiyor her ne kadar acı çığlıklar varsa da her ne kadar mor kadınların mezarı varsa da; on dördünde doğum yapıp da çığlık çığlığa kan içinde ölen kadınlarımıza bu kitabı ithaf ediyorum.” Diye özetlemektedir.
‘Doğmamış Ölü Çocuklar’ ilk şiir kitabı
Yazım hayatına yerel gazetelerde köşe yazarlığıyla başlayan ve yayın dünyasına bir şiir kitabıyla katılan İşözü;
“İlk çıkan şiir kitabım ‘Doğmamış Ölü Çocuklar’; ismi olup da cismi olmayan çocuklarımıza yazılmıştır. Yani Suskunca’nın bir nevi farklı versiyonudur. Yani sesi olmayan çocuklarımız. Bir nevi onların sesi olmaya çalıştım.
Edebiyata ne zaman ilgi duymaya başladınız?
“Üniversitede bir gün bir hocamız ‘Siz ne olmak istiyorsunuz?’ dedi. Arkadaşlarımdan biri yazar olmak, birisi hikâyeci olmak istediğini söyledi. En sonda oturuyorum. Bana da ne olmak istiyorsun, dedi. Bir gün bir paragrafı okuyup da anlayabilirsem çok iyi olur, dedim. Ben küçüklüğümden beri, ortaokuldan itibaren düzenli gazete okuyucusuydum. Yazarları takip ederdim. Haftalık çıkan yayınları okurdum. O günlerde yazmak aklımdan geçmiyordu. Çok olayları arkamızda bırakmıştık. Etrafımızda çok olaylar yaşanıyordu. Bazı olayları anlatabilir miyiz? Anlatırsak, bizim anlatış tarzımız onlara derman olabilir mi? Üniversitede bu bana dert oldu. Önce küçük birer mısralık, birer beyitlik şiirler, sonra bunlar uzun şiirlere dönüştü. Böylece birikti. 2010 yılında bu şiirler; ‘Doğmamış Ölü Çocuklar’ adıyla çıktı.
Yazarlık serüveni yerel gazetelerde köşe yazarlığıyla başlıyor
“2006’dan 2014’e kadar yerel gazetelerde köşe yazarlığı yaptım. Köşe yazarlığı benim için büyük bir zenginlik oldu. Orada uzun yazmayı öğrendim. Yazı yazma serüvenim başladı. Çok yazdım ve çöpe attım. Yazmak hüner değil, atmak hünerdir. Eğer yazdıklarınıza kıyabiliyorsanız, atabiliyorsanız, güzel şeyler çıkarabilirsiniz. Burada Suskunca, önce beş yüz sayfalık bir kitaptı. Sonra bu kitabı yontarak 234 sayfaya düşürdüm. “
Kendime yazar ya da şair demekten korkuyorum
“Kendime yazar ya da şair demekten her zaman çekindim. Biraz da korktum. ‘Ben yazarım, ben şairim’ demek çok büyük bir sözdür. Çünkü bir yazar bir şair olmak o kadar basit bir şey değildir. Yakıcıdır. Yani senin acı çekmen lazım. Bu kitabın bazı yerlerinde bir paragraf için 1 hafta 1 ay beklediğim olmuştur. Bazen gece kalkıp o paragrafın başında bekleyip sabaha kadar bir kelimeyi değiştirmek için uğraştım. Bazen bir kelime, beni sabaha kadar uyutmadı.”
Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Edebiyat yolculuğunuzda başarılar dileriz.
Ben de yayın hayatınızda size başarılar dilerim.