Mümin Ağcakaya - Özel
TİGRİS HABER - Yazar Çiğdem; Diyarbakır’ı ve geçmişte bu kültür kentinde yaşamış olan kahraman şahsiyetlerin; bir karakter olarak işlenmesi gerektiğini söylemektedir.
Yazar ayrıca; “Mustafa Kemal Atatürk resmi dili belirlerken hangi Türkçe Ağzın resmi dil olacağına karar verirken ilk önce Diyarbakır Türkçesini resmi dil yapmayı düşünüyor ama son anda vaz geçip İstanbul Türkçesini resmi dil olarak belirliyor.” Diyerek önemli bir tespitte bulunmaktadır.
İstanbul ve Diyarbakır iki edebiyat şehridir
Kültürel tarihimize dönüp baktığımızda“edebiyat şehri” diye tabir edebileceğimiz iki şehrin öne plana çıktığını görürüz: İstanbul ve Diyarbakır. Bir Türkçe öğretmeni olarak şunu da söyleyeyim Mustafa Kemal Atatürk resmi dili belirlerken hangi Türkçe Ağzın resmi dil olacağına karar verirken ilk önce Diyarbakır Türkçesini resmi dil yapmayı düşünüyor ama son anda vaz geçip İstanbul Türkçesini resmi dil olarak belirliyor. Diyarbakır Türkçesini bu kadar güçlü yapan ise tabi ki şehrin edebi vasfı çünkü o güne kadar Diyarbakır’dan birçok yazar ve şair çıkmış. Bu konuyu üniversitede Türkiye Türkçesi dersimize giren Münir Erten Hocamızdan duymuştum ve hiç aklımdan çıkmaz. Kendisi Konya Akşehirliydi ama yaklaşık kırk yıldır Diyarbakır’da yaşar ve şehrin kültürünü bizden daha iyi bilirdi. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde edebiyata yön veren şairler, yazarlar çoğunlukla İstanbul’dan ve Diyarbakır’dan çıkmıştır. Romanlarda işlenen mekân öğesi çok önemlidir yani yazarın eserinde kurguladığı evrenin var olup hayat bulduğu yerler, mekânlar sadece basit birer fiziki unsurlar değildir. Mekân, yazarın kurguladığı evreni oluşturan yapbozun en önemli parçalarından biridir. Hikâyenin akışında arka planda kalmış gibi görünse de hava gibidir varlığı fark edilmeyecek kadar sıradan ama bir o kadar da hayati öneme sahiptir ki o olmadan yaşamazsınız. Dünyanın her yerinde tüm romanlar için geçerli olan bir durum bu. Türkiye için konuşacak olursa edebiyatımızda eserlere güçlü bir şekilde sirayet eden belli başlı mekânlardan biri İstanbul’dur. Peki ya Diyarbakır… Bence Diyarbakır kadim tarihi ve kültürel birikimiyle romanlara konu olmayı hak ediyor. Örneğin Ahmet Ümit, İstanbul’u eserlerinde nasıl anlatıyorsa bizim de Diyarbakır’ı eserlerimizde gerek mekân olarak gerekse de konu olarak kullanmamız lazım. Yeni romanım ‘Armageddon Kızıl Karanlık’ta bunu yapmaya çalıştım. Diyarbakır’ı ilk defa fantastik bir romanda kurgunun evrenin bir parçası olarak kullandım. İlerleyen süreçte bunu daha da çeşitlendirmeyi, zenginleştirmeyi düşünüyorum. Diyarbakır’ı merkeze alan romanlar yazmayı düşünüyorum.
Mesela Stephan King var, dünyaca ünlü korku gerilim yazarı. Kendisini bu üne kavuşturmada çok önemli katkısı olan ‘O’ isimli bir eseri var daha sonra sinema filmine de uyarlandı. O romanda olayların geçtiği Derry Kasabası bugün dünya çapında ünlendi ve turistlerin ziyaret ettiği bir mekân oldu. Bu çok güzel bir şeydir. Kurgunun gerçeklik evreninde nasıl hayat bulduğuna dair çok güzel bir örnektir. Sizce aynı şey bizim şehrimiz için de olsa güzel olmaz mı? Diyarbakır bence bu gibi şeyleri hak ediyor. Diyarbakır’lı yazarların Diyarbakır’ı daha fazla işlemesi lazım. Eserlerinde daha fazla yer vermesi lazım. Diyarbakır bu konuda yeterli birikime, kültüre ve malzemeye sahiptir. Armagedon Kızıl Karanlık’ta Surları ve surların altındaki gizli yer altı şehirlerinden, geçitlerden, Hz. Süleyman Camisinden, şehrin manevi geçmişinden bahsettim. Bunun gibi birçok malzeme Diyarbakır’ın dokusunda var. Bunun kullanılması lazım.
Diyarbakır tarih boyunca kültür üreten bir merkez oldu
Diyarbakır önceden bir kültür merkeziydi. Toplumlar dünya sahnesinde var olabilmek için maddi ve manevi kültür üretmek zorundalar. Sadece maddi kültür üretirseniz uzun süreli var olamazsınız. Nesillerden nesillere ulaşamazsınız.
Yazmayı tercih ettiğim korku gerilim türü genç bir roman türü. Genç tür dediğim 100-150 yıllık. E. Allen Poe’ya kadar gidecek olursak korku, gerilim-fantastik türün temellerine gidersek en fazla 200 yıllık bir geriye gidiş var. Dolayısıyla Diyarbakır kültürü ve Diyarbakırlı yazarların işlemediği, hem Türkiye’de yeni hem Diyarbakır edebiyatında çok yeni bir türdür. Ama bu tür çok hızlı bir şekilde yükseliyor. Geçen gün bir edebiyat dergisinde bir yazı yazmıştım “Korku edebiyatının yükselişi” diye. Korku gerilim, fantastik ve tuhaflık üzerine yapılan kurgular hızla yükseliyor. Hızla rağbet görüyor. Bunu nereden anlayabiliriz. Hem sinemaya hem edebiyata baktığımızda çok satan uluslar arası kitaplara, milyon dolarlık bütçelerle çekilen filmler baktığımızda bu türü görürüz karşımızda. Marvel’in ‘Sinematik Evreni’ var muazzam kitlelere ulaştı ve çok büyük başarılar elde etti. Bugün Marvel evrenin kurucusu Stan Lee tüm dünyada hayranları tarafından saygıyla anılıyor. Başka bir örnek olan Yüzüklerin Efendisi’ne baktığımız zaman Kutsal Kitaplardan sonra en çok basılan ve okunan kitaplardan biri. Bu türün yükselişini kabul etmek lazımdır. Bu yadsınamayacak bir gerçeklik. Dolayısıyla bizim bu alanda alternatif olabilecek kültürler üretmemiz lazım. Maalesef edebiyatımıza baktığımız zaman bu alanda kültür üretimi çok çok zayıf kalıyor. Gerek bu alana rağbet gösteren yazarların çok iyi eserler verememesi gerekse okuyucunun bu eserlere yeterince ilgi göstermemesi buna sebep oluyor. Bu konuda ben her iki tarafı da sorumlu tutuyorum. Şimdi yerli yazarlar şundan yakınıyor polisiye, korku, fantastik türünde okur ön yargılı yaklaşıyor diyor yazarlar. Okur da şunu söylüyor; bu alanda, bu türde yabancı eserler daha iyi, daha kaliteli. Şimdi her iki tarafta da şöyle bir eksiklik, bir sorun var, Yazarlar rağbet görmek için kaliteli eserler çıkarmak zorunda. Yeni çıkan kitaplar için tanıtımlar yapılır bilirsiniz. Bu konuda ben hep şunu söylerim: En iyi tanıtımı, kitabın kendisi yapar. Kitabınız kaliteliyse o mutlaka geniş kitlelere ulaşacaktır. Bir okuyucu kitlesine hitap edecektir. Görülecektir. Yazar üzerine düşen görevi yapmalı ve olabildiğince iyi bir eser ortaya çıkarmaya çalışmalı. Yerli eserlere bakıyoruz; tamam nadir de olsa iyi eserlerimiz var ama diğer yandan da bakıyorsun yazar iyi bir araştırma, iyi bir çalışma yapmadan bir eser ortaya çıkarmış. Çok yüzeysel ve sığ kalmış. Dolayısıyla bu okur nezdinde itibar görmeyecektir. Okurda çok önyargılı yaklaşıyor. Mesela benim kitabımın kapağını gören birçok okur; “ Ben yabancı eser sanıyordum, meğer yerli yazarmış.” İkinci kitabın önsözünde şunu yazmıştım: Yerli yazarlar bu türde kitap yazarken okuyucunun ön yargısına takılmamak için yabancı mahlas kullanıyorlar. Ben hiçbir zaman kullanmayacağım ve umut ediyorum ki günün birinde kapağında yerli bir yazarın adının bulunduğu romanların fantastik korku gerilim türünde dünya çapında başarılar elde edebilecek. Bunun için kendi adıma konuşacak olursam elimden geldiği kadar çalışacağım. Yazar sorumluluğu burada tamamen okura yüklememeli. Kendisinin de yapması gerekenleri görmeli ve sorumluluğunu yerine getirmeli. Okur da çok fazla ön yargılı olmamalı ve yerli eserlere şans vermeli, desteklemeli. Bütün yabancı yazarlar mükemmel eserle mi yazıyor? Hayır. Uluslararası çok satan diye pazarlanıp çok da başarılı olmayan eserler de var. Peki, bu kadar nasıl çok satabiliyor, bu kadar çok kitleye nasıl ulaşabiliyor? Tabi ki Algıyla…reklamla oluşturulan algı sayesinde başarılıyor bunlar. Bunu hak eden eserler de var etmeyen de… İşte bu yüzden yerli yazarlara da şans vermeliyiz.
Bence bir roman daha önce kitap okuma alışkanlığı olmayan insanlara kitap okumayı sevdirebilmeli
Bir eğitimci olarak şuna önem veriyorum; bir eser daha önce kitap okumamış insanlara kitap okumayı sevdirebilmeli. Bununla ilgili gençlerden birçok mesaj alıyorum. Hocam biz kitap okumayı sevmezdik ama sizin kitabınızı okurken kitap okumanın ne kadar güzel bir şey olduğunu keşfettik diye.
Ülkemizde okuma oranı çok düşük ve her zaman şunu söylüyorum: Geleceği aydınlatmak için okumaktan, kitaptan başka çaremiz, yolumuz yoktur. Bir toplum okumaya ne kadar meyilli olursa geleceği o denli aydınlanır. Ben her eğitim öğretim yılının başında öğrencilerime kitap okumanın öneminden söz ederim ve ülkelere göre okuma oranları, okuma oranlarının en yüksek olan ülkelerin gelişmişlik düzeylerini kıyaslarız birlikte. Ortaya çıkan sonuç şu olur hep okuma oranlarında ilk sırlarda bulunan ülkeler ile gelişmişlik düzeyinde ilk sıralarda bulunan ülkeler nerdeyse aynı. Amerika, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere bu konuda üst sırlarda yer alır bu tesadüf değil. Maalesef ülkemizde kitap okuma oranı pek iç açıcı değil bunu düzeltmemiz lazım. Bu konuda en büyük iş öğretmenlere ve ebeveynlere düşüyor. Maddi ve manevi tekâmülün tek yolu kesinlikle okumaktır. Burada bizim ne yapmamız lazım özellikle ilk, orta ve liseli çağındaki öğrencilere okumayı sevdirmemiz lazım. Bu alışkanlığı, okuma kültürünü yerleştirecek eserler üretmemiz lazım. Bunun içinde gençliğin sesine kulak vermek doğru bir adım olacaktır.
Özgün sentezlere ihtiyacımız var
Eğer bugün çocuklar Harry Potter tarzı kitapları seviyorsa ya da Yüzüklerin Efendisi tarzı kitapları seviyorsa, fantastik kitapları seviyorsa, sizin toplum olarak yapmanız gereken; gençlerinize alternatifler sunmak ve onları bilinçlendirmektir.
Kitaplarımı bu perspektifle yazdım. Bu perspektifle devam etmeyi düşünüyorum. Kendi kültürümüzden bir sentez çıkarabilmemiz gerekiyor. Brom Stoker’in gerçek tarihi bir karakterden yola çıkarak yarattığı Dracula isimli fantastik karaktere bakacak olursak hala üzerine kitaplar yazılıyor. Hala filmleri çekiliyor. Tarihi bir karakteri fantastik bir karaktere dönüştürdü Brom Stoker ve etkisi asırları aştı ve aşmaya da devam edecek. Biz bunu yapamıyoruz işte. Bugüne kadar yapamadık. Bizim tarihimizde, kültürümüzde daha zengin, çok daha çeşitli malzeme olmasına rağmen yapamıyoruz. Bizim buna ihtiyacımız var. Yeni özgün bir senteze ihtiyacımız var.
Nasıl bir sentez?
Bizde Hz. Süleyman gibi bir karakterimiz var. Buradan bir şey çıkaramadık, sinema anlamında da. Mesela İran’ın Hz. Süleyman, Hz. Yusuf gibi filmleri var. Biz sinema anlamında da kötüyüz. Batıyı taklit edenlerden ziyade kendi kültürüyle alternatifler üreten eserlere ihtiyacımız var. Mesela ben Armagedon’da Halit Bin Velid’i anlattım. Hz. Süleyman’a ikinci kitapta vurgu var. Oradan hareketle kendi kültürümüzü sentezleyerek yeni bir şey, yeni kahramanlar üretmemiz gerekir. Bazıları ne gerek var onların sahte kahramanları var, bizim gerçek kahramanlarımız var. Öyle değil işte bu iş böyle olmuyor her asra hitap eden bir üslup var önemli olan eldeki malzemeyi dönüştürmeniz zenginleştirmeniz ve çeşitlendirmeniz lazım. Bir çizgi film karakteri ortaya çıkıyor. Bu karakter sinemaya uyarlanıyor, okul kırtasiye malzemelerine marka oluyor, oyuncakları baskılı kıyafetleri üretiliyor ve milyar dolarlık bir pazara ulaşıyor. Bu sadece maddi sonuçlar doğurmuyor bunun manevi sonuçları da var. Çocukların gelişiminde “Tarihsel Zaman” faktörü var. Çocuğun gelişimine damgasını vuran onun fiziksel, psiko sosyal ve zihinsel gelişimini etkileyen yaşadığı döneme damgasını vuran sosyal, ekonomik ve teknolojik olay ve olguların yarattığı etkidir Tarihsel Zaman. Bizim çocukluğumuza baktığımızda Ninja kaplumbağalar, Voltran gibi çizgi filmler vardı. Bu o çocuğun kişisel gelişimini etkiliyor. Nesillerimizin gelişimine pozitif katkıda bulanabilecek böyle şeylere ihtiyacımız var. Örneğin Selahaddin-i Eyyubi dönemini çocuklara gençlere anlatmak için farklı yollar deneyeceksin. Selahaddin-i Eyyubi döneminden hareketle yeni, yepyeni gerekirse onu fantastik bir üslupla eser çıkarabilmek lazım. İşte bu yapıldığı zaman kültür türemiş olur, çoğalmış olur, çeşitlenmiş olur. İngilizlerin Kral Arthur efsanesi vardır onun Excalibur kılıcı vardır. Bu efsane o kadar çeşitlendirilmiş ki; devlerle, metafizik güçlerle, büyülerle vs. ilişkilendirilerek eserler ortaya çıkarılmıştır. Toplumun ilgisini çekecek hale getiriyorlar bir şekilde. Tarihi bir olayı bilim kurgu içerisine yerleştirebilmişler. En son bu efsaneyi Transformers isimli bilim kurgu filminde bile işlediler. İşte bizim bunlara ihtiyacımız var.
Bunu yapmazsak çocuklarımız bize ait olmayan kültürlerin ürettiği şeyleri tüketmiş olacaklar. Kültürel olarak da neyi tüketirsen bir süre sonra ona dönüşürsün.
Alışılmışın dışında, fantastik, korku, gerilim tarzında yazıyorsunuz. Genel de yazarlar toplumsal olayları ele alıyorlar, kadın cinayetleri, doğa korunması, toplumsal olaylar, birçok sosyal sorun varken niçin bu tarzı seçtiniz?
Öncelikle son dönemlerde ortaya çıkan eserler, sosyal toplumsal olayların aslında bu türde de işlenebileceğini gösterdi. İkinci kitabımda kocasından ayrılmış, kocası tarafından terk edilmiş bir annenin iki kızıyla nasıl hayatta kalmaya çalıştığını, bir kadının dünyan tüm zalimliğine ve kötülüğüne rağmen nasıl ayakta kalabildiğini anlatmaya çalıştım. Asıl gerçek kahramanların anneler olduğu mesajını işlemeye çalıştım. Bu tür konular bu tür eserlerde de işlenebilir. Bu türü neden seçtiğime gelince tamamen kişisel ilgidir. İlgimi çeken konular olduğu için. Korku gerilim türünü seçmemde Stephen King’in etkisi çok fazla oldu diyebilirim.
Savaşların sürgit devam ettiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Dolayısıyla; korku ve gerilim de eksik değil? Ortadoğu’da birçok ülkede iktidarlar korkuyla iktidarını sürdürüyor. Bu yüzden insanlar korkuya yabancı değil. Gerilimler eksik olmuyor. Bu tarz edebiyatı seçmenizde yaşanılanların da bir etkisi var mı?
Yapılan araştırmada kontrollü ortamda yaşanılan korkunun insanların stresini azalttığını ve insanlara keyif verdiği ortaya çıkmış. Gerilim filmini niye izlemeye gideriz. Kontrollü bir ortamda orda yaşadığımız korku bizi eğlendirir. Bunu için korkuyu işliyorum. Bu yüzden seviyorum.
Şu görülüyor gençler arasında korkuya ciddi bir eğilim var. Hem dünyada hem de Türkiye’de sinema ve kitap sektöründe ciddi bir ilgi var.
Romanlarınızda konularınızı seçerken nasıl hareket ediyorsunuz? Ne tür şeyler daha çok ilginizi çekiyor? Nasıl bir kurgu oluşturuyorsunuz?
Geçmiş tarihte olmuş bazı metafizik olayları, İkinci kitap ta HZ. Süleyman döneminde yaşanmış olaylardan hareketle bir kurgu evreni oluşturdum. Hz. Süleyman döneminde insanlarla metafizik varlıklar arasında bir savaş yaşanıyor. Hz. Süleyman döneminde metafizik varlıklar yeryüzündeki krallıklar arsındaki mücadeleye taraf olmuş, güç mücadelesine taraf olmuş. Hz. Süleyman’ı tahttan indirmek isteyenler metafizik varlıklarla ittifak kuruyorlar ve Hz. Süleyman’ı devirmeye çalışıyorlar. Allahın ona verdiği güçle onları alt ediyor. İşte oradan hareketle günümüzde bu ittifakın ve mücadelenin devam ettiği bir kurgu tasarladım. Zaten kitap bununla başlıyor.
Ortadoğu’da metafizik anlatımlar çok. Mekanlar da ciddi kaynak.
Ortadoğu’da geçmişte mitolojilerde metafizik anlatımlar çok. Bir Yunan mitolojilerine kaynaklık ediyor. Uzak doğuya kadar da etkisi oluyor.
Bu kadar güçlü bir malzeme varken kullanmamak haksızlık olur. Bunları bir şekilde işlememiz lazım. Uyarlayıp sentezleyip aktarmamız lazım. İlk kitapda biraz polisiye tarzında başlayıp sonra korku gerilim tarzına kayıyor. İkinci kitapta da korku gerilim tarzında başlıyor fantastik ve bilim kurgu olarak devam ediyor. Bu bir tür sentezlemesi gibidir. Bunu yaparken özellikle böyle olmasına dikkat etmiyorum. İçimden geldiği gibi yapmaya çalışıyorum. Böyle bir evren kurguladığım için öyle yapıyorum.
Hareket noktamız geçmişte yaşanmış olaylar. Bunu üzerine fantastik kurguyla zenginleştiriyoruz.