TİGRİS HABER - ‘Çatlamış Nar Yarası’ romanıyla Ezidilerin yaşadığı bu dramı ele alan ve okuyanları Êzidilerin tarihi süreçlerine bir yolculuk yaptıran yazar Rıfat Mertoğlu ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Yazar Rıfat Mertoğlu, yeni romanı ‘Çatlamış Nar Yarası’nda bu kez gizemli bir topluluk olan Êzidileri odağına alıyor. İnançlarından dolayı tarih boyunca kimine göre 73, kimine göre ise 76 kez katliama uğrayan ve haklarında ölüm fermanı çıkarılan Êzidiler, en son 2014 yazında İŞİD tarafından saldırıya uğramış, yerlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardı.
Şengal ve çevresinde yaşayan yüz binlerce Êzidi, ölümden kaçarak komşu ülkelere sığındılar. Yollarda binlerce çocuk, yaşlı, kadın öldü. Binlerce kadın ve kız çocuğu kaçırıldı, köle pazarlarında satıldılar. Yazar Mertoğlu romanında tam da bu yaraya dokunuyor. Daha önce Taşın ve Aşkın Ezgisi, Ağıtsız Kadınlar, Tille’nin Gelini, Kayıp Aşklar Mevsimi ve Dedemin Ayakkabıları isimli romanları bulunan Yazar Rıfat Mertoğlu’yla yeni çıkan romanı ‘Çatlamış Nar Yarası’ üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
GİDENLER DÖNEMİYOR, KALANLAR İSTİLADAN KURTULAMIYOR
Burada mecazi bir anlatım var. Nar çatlağı, insan yarasına benzetilmiştir. Geniş bir biçimde açıklayacak olursam, narda önce küçük bir çatlak oluşur ve zamanla bu giderek genişler ve nar taneleri bu çatlaktan yere dökülür, çatlağı gören sinekler, böcekler, kuşlar bunu fırsat bilerek nardan faydalanmaya çalışır. Yere düşen taneler ise çürüyüp yok olur, ya da üstüne karıncalar, sinekler üşüşür. Roman isminde Êzidilerin yaşadığı trajediler de bir yerde bu nar çatlağına benziyor. Uzağa gidenler zamanla kültürlerinden, inançlarından uzaklaşıp, yok oluyor, kalanlarsa sürekli istilaya uğruyor.
Êzidileri romanınıza konu etmenizde sizi etkileyen neler oldu?
Edebiyat çoğunlukla toplumun trajik yaralarına dokunur. Savaşlar, göçler, mültecilik sorunu, açlık, yokluk ve yoksulluk bu yaraların en önemlileridir. Bildiğiniz gibi 2014 yılında Êzidiler, yurtları olan Şengal ve çevresindeki köylerine saldırıldı. Katliama uğradılar. On binlerce Êzidi Şengal Dağına sığındı. Komşu ülkelere dağıldılar. Aslında bir insanlık dramı yaşandı. Türkiye’ye sığınan Êzidilerin sayısı azımsanacak gibi değildi. Bu zorunlu göç sırasında yollarda binlerce çocuk, kadın, yaşlı öldü. Kadınlar ve kız çocukları kaçırıldı, birçoğundan hala haber alınamıyor. Gözümüzün önünde böyle bir trajedi yaşanmışken bir edebiyatçı olarak bunu görmemezlikten gelemezdim.
Ayrıca, Êzidi halkı, inancıyla, kültürüyle ve Ortadoğu’nun en kadim halkı oluşuyla zaten hep ilgimi çekiyordu. Böyle bir dramdan sonra onları yazmalıyım dedim.
Haklarında söylenenlerin bir kısmı yaratılan algıdır
Bugüne kadar tam 73 kez haklarında ferman çıkarılarak saldırıya uğradılar. Bunun nedeni hem inançları hem de güçsüz oluşlarıdır. İnançları bahane ediliyor, onlara diğer insanlar farklı yakıştırmalar yapıyorlar, “Şeytana tapanlar,” “Güneşe tapanlar,” “Ateşe tapanlar” ya da “dinsizler” diyorlar. Oysa bunların hiç biri doğru değildir. Êzidiler Ortadoğu’nun en eski monoteist inancına sahip halkıdır. Yani tek Allah’a inanan en eski halktır. Ezda ve Xweda Allah’ın iki adıdır. Ezda, beni yaradan, Xweda ise kendisini yaratan anlamındadır. Yani Êzidi inancında Allah yaratılmamıştır, kendini yaratmıştır ve kâinattaki her şeyi yaratmıştır. Yoktan var olmuştur. Ezda, “beni yaratan” demektir. Êzidi, Êzdi kelimeleri Ezda’dan türemiştir. Dolayısıyla tek Tanrı inancı vardır. Ayrıca Êzidiler kapalı bir toplum olduklarından bugüne kadar kendilerini doğru şekilde ifade edemediler.
Saddam dönemi onlar için tam bir yıkım oldu
Şengal Dağı çevresinde toplu halde yaşayan, daha çok tarım işçiliği, hayvancılık, ırgatlık yapan yoksul bir halktır. İnançlarından dolayı yakın zamana kadar devlet işlerinde görev alamadılar, hükümetlerde kendilerini temsil ve ifade edemediler. Özellikle Saddam Hüseyin dönemi onlar için tam bir yıkımdır. Kültürlerini ve inançlarını iyi kavramak, Önyargılı olmamak gerekiyor.
Peki, şeytanla nasıl özdeşleştiriliyorlar?
Êzidilerde melek inancı şöyledir, Allah kâinattan ve her şeyden önce melekleri nurdan (ışıktan) yarattı. Yaratılan ilk melek Azazil meleğidir, bu meleğin diğer adı Melekê Tawûs’tur. Bu melek diğer meleklerin efendisidir. Allah sonra diğer melekleri yarattı. En sonunda da kâinatı, dünyayı ve insanları yarattı. İnsan yaratıldıktan sonra Allah tüm meleklerini çağırdı ve insana secde etmelerini istedi. Bunun bir sınama olduğunu düşünen Tavus’e Melek, “Secde edilecek tek yüce güç Allah’tır, ben ondan başkasına secde etmem,” dedi, secde etmedi. Bu Allah’ın zoruna gitti ve onu cehenneme attı. 40 bin yıl cehennemde ceza çekti. Sonra Allah onu affetti. Êzidilere göre Azazil meleği doğru olanı yapmıştı, Allah’tan başka secde edilecek güç yoktu kâinatta. Sonraki tek Tanrılı dinlerde baş melek “şeytan” olarak adlandırıldı ve ona kötü yakıştırmalar yapıldı, kötülükle bir tutuldu. İşte bu nedenle, Êzidiler baş melekten yana tavır aldıklarından ve onu kutsal gördüklerinden sürekli dışlandılar ve baskı gördüler.
GÜNEŞİN KUTSALLIĞI
Êzidiler güneşi kıble olarak kabul ediyorlar, bu durumda güneşe tapmıyorlar mı?
Hayır, güneşe tapmıyorlar. Allah inancını az önce açıklamıştım, Êzidiler, güneşi hayatın kaynağı olarak görüyorlar. Allah, meleklerini bile ışıktan yaratmıştı, güneş olmasa dünyada hayat olmazdı, bu inançla güneş onlar için kutsaldır. Dualarını yaptıklarında sabah ve akşam güneşe dönerler ve dua ederler, bu onların namazıdır. Her dinde kutsal sayılan ve kıble kabul edilen farklı yerler var, onlarınki de güneştir.
Êzidilerin Yezitle bir ilişkisi yoktur. Bu yaratılan algıdır
Bazıları onlara neden ‘Yezidi’ diyorlar?
Êzidilerin, Yezid’le hiçbir ilgileri bulunmamaktadır. Yezid, Emevi hanedanının kurucusu ve birinci halifesi Muaviye bin Ebu Süfyan’ın oğludur. Babası ölünce saltanat ona geçti. Hz. Hüseyin buna itiraz etti ve halifeliğini ilan etti. Ve 680 yılında ordusuyla Küfe’ye doğru yola çıktı. Kerbela’da Yezid’in orduları tarafından yolları kesildi ve 2 Ekim 680’de Hz. Hüseyin’le birlikte 72 kişi katledildi. Bu nedenle Müslümanlar, Yezidi suçladılar ve onu lanetlediler. Yezid kötü bir kişilik olarak anılmaya başlandı.
İşte Êzidilere saldırmak isteyenler de onları Yezid’le aynı safta, onunla ilişkilendirmeye çalışıyorlar. Bu tamamen isim benzerliğinden kaynaklanan bir durumdur. Oysa bu yanlışı iyi kavramak gerekiyor, onların Yezid bin Muaviye ile hiçbir bağlantıları yoktur.
NUHUN GEMİSİ VE ŞENGAL DAĞI
Romanda Şengal ve Laleş Êzidilerin kutsal mekânları olarak anılıyor, buraların kutsallığı nereden geliyor?
Şengal Dağı, Êzidilerin en kadim ve en kutsal dağıdır. Êzidiler, tarih boyunca bu dağın eteğinde yaşamışlardır. Köyleri bu dağın değişik yerlerindedir. Bu dağ aynı zamanda kutsaldır çünkü çok değerli komutanlarının ve şeyhlerinin mezarları buradadır. Mesela Şeyh Şerfeddin onlar için hem kahraman bir komutan hem de kutsal bir şeyhtir. Onun ve yüzlerce şeyhin ziyaretgâhı bu kutsal mekândadır. Ayrıca, Êzidiler ne zaman başları sıkışsa, ne zaman saldırıya uğrasalar Şengal Dağı’na sığınmışlardır. Kutsallık biraz da buradan gelir. Yine başka bir efsaneye göre, Nuh’un gemisi Şengal Dağı’nda karaya oturmuştur.
Êzidilerin kutladığı “Çarşema Sor” bayramı onlar için neyi ifade ediyor?
“Çarşema Sor,” Kırmızı Çarşamba anlamındadır. Êzidi Kürtlere göre, Tawusê Melek Nisan ayının 13’den sonraki ilk çarşamba günü yeryüzüne inmiştir, böylece evrenin yaratılışı tamamlanmıştır. Bundan dolayı bu gün yılbaşı bayramı olarak kutlanmaktadır. Êzidiler Laleş’e akın ederler, yumurtalar rengârenk boyanır ve en güzel yemekler yapılır. Sonrasında mezarlıklar ziyaret edilir. İnanca göre, Nisan ayı, tüm yılın en güzel ayı olan‘gelin ayı’dır. Tüm doğa rengârenk çiçeklerle bezenir. Kırlarda toplanan çiçekler kökleriyle demet demet çamurla kapılara tutturulur.
Bir de Ezidi inancına göre her yıl 6-12 Ekim tarihlerinde kutlanan Cema (Toplanma, bir araya gelme) Bayramı vardır. Binlerce Êzidi Irak’ın Duhok kentindeki Laleş Tapınağı’nda bir araya gelirler.
GÖLGESİYLE KONUŞAN KAHRAMAN; ŞORO
Romanda gölgeyle konuşma tekniği kullanılmış, kahramanın gölgeyle konuşması fikri nasıl doğdu?
Her romanda benim bir meselem vardır. Bu durumu okuyucuya da iyi anlatmak istiyorum. Bu nedenle her romanımda dönemin ve mekânın gereklerine göre farklı tekniklere başvuruyorum. Bu romanda da mekân olarak bir mağara seçilmiş, roman kahramanı Şoro, mağarada tek başına hayatta kalmaya çalışıyor. Yıllar önce bir film izlemiştim, bir adaya düşen adam oyuncak bebekle konuşuyor, filmin bir yerinde derme çatma bir salla kurtulmaya çalışıyor, o anda bir dalga geliyor ve oyuncak bebek suya gömülüyor. O bebeği bulmak için ölümüne mücadele veriyor, bulamayınca ağlıyor. İnsan doğası gereği yalnız kalmaktan korkar, birilerini bulamasa da konuşabileceği, derdini, duygularını aktarabileceği bir ‘şey’ yaratır kendine. Şoro,da gölgesini görüyor ve derdini ona anlatıyor.
Mekân olarak mağaranın seçilmesinin roman kahramanı üzerinde nasıl bir etkisi oluyor?
Roman çağımızda hayatı bütün olarak kucaklayan bir edebi türdür. İnsanın tüm duygularını ve giderek yaşadıklarını ayrıntılarıyla anlatmayı amaçlar. Bu kapsamda Mekân, roman kahramanlarının kişiliklerinin belirlenmesinde, dönemin kültürel ve ekonomik yapısını yansıtmada, yazarın sanattan beklentileriyle ve sanatsal gücüyle ilgili olarak kendisini belli eder. Mekân, roman kişileri üzerinde ekonomik, psikolojik ve sosyolojik açıdan etki eder ve onu biçimlendirir. Mağara, yalnızlığı, imkânsızlığı, çaresizliği, dışarıdan gelebilecek tehlikeleri de içerdiğinden Şoro’nun ruh halini, korkularını, yalnızlığını doğrudan dürtüyor. Roman, toplumla, insanla, çevreyle ve insanın hayalleriyle ilgili bir tür olduğundan mekân da romanın belirleyici öğelerinden biridir.
Genel olarak okur ilgisinden çok memnunum. Benim aslında okurlarımla aktif bir iletişimim var. Onlar beni sorarlar, çalışmalarımla ilgili bilgi alırlar, ben de onların merak ve ilgilerini sürekli takip ederim. Belki Türkiye’de çok tanınan bir yazar değilim, bu biraz da dağıtım ağından kaynaklanıyor, ama ulaştığım okurlarım beni asla bırakmıyorlar, her yeni kitabımı merakla bekliyorlar. Son romanımda da durum aynı oldu, roman henüz dağıtıma verilmemişken bile yayınevine sipariş verip alanlar oldu.
Yazmayı planladığınız yeni çalışmanızdan biraz söz edebilirmisiniz?
Şu anda bir dengêjin yaşam öyküsünü romanlaştırıyorum. Çok ilginç ve maceralı bir yaşamdır. Dengbej Seyadê Şamê’nin Ağrı Dağı eteklerinde başlayan çileli yaşamı, Erzurum Cezaevinden firar etmesi, yirmi altı günlük kış yolculuğundan sonra İran’a kaçması, orada Rus askerlerince tutuklanması ve Sibirya Gulag kamplarına gönderilmesi. Dokuz yıllık esaretten sonra Erivan’a gelmesi, Erivan Radyosunda klamlar söylemesi ve tam kırk dokuz yıl sonra yetmişli yaşlarda yeniden Bazid’e dönmesini konu alan yaşanmış çileli, yaralı bir hayatı konu alıyorum. Okuyucunun çok beğeneceğini tahmin ediyorum.
Zaman ayırıp sorularımızı yanıtladığınız için çok teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dileriz.
Ben teşekkür ederim. Yüreğinize sağlık.
Özel Haber/ Mümin Ağcakaya