Özel Haber/ Mümin Ağcakaya
TİGRİS HABER - ABD’li ressam ve gravür sanatçısı Alice Hendrickson’un gözünden insan hikâyelerini, izlenimlerini ve yaşadıklarını Tigris Haber Gazetesine anlattı.
New York’da yaşayan sanatçı Alice Hendrickson öğretim görevlisi olan eşiyle birlikte yirmi yıldan fazla bir süredir neredeyse her yıl Doğu ve Güneydoğu’yu ziyaret etti. Görmediği, ayak basmadığı yer kalmadı. Modern bir seyyah gibi dağ taş demeden gezen gravür sanatçısı Alice bölge halkının günlük yaşamında ilgisini çeken figürleri fotoğrafladı. Daha sonra bu kareleri gravür sanatıyla resmetti. Yaptığı bu çalışmaları ‘ ‘Doğudan Hayatlar: Kürtler’ adlı bir kitapta topladı.
Sanatçı Alice, Erzurum Atatürk Üniversitesinde araştırma ve öğretim görevinde bulunan eşi Glen’le birlikte gezdiği Doğu ve Güneydoğu’daki coğrafi ve tarihi zenginlik onları adeta büyüler. Üzerlerinde büyük etkiler yaratır. Bölgeye hayran kalan Amerikalı Alice ve Glen çifti bu ilk ziyaretlerinden sonra aradan geçen yirmi yılı aşkın bir zamanda, defalarca bölgeyi gezmek için gelirler.
İshak Paşa Sarayı’nı büyüleyici güzelliği
Alice ve Glen çiftinin Doğu ve Güneydoğuya ilgisi İstanbul’a ilk geldiklerinde bir turizm seyahat bürosunun duvarında gördükleri İshak Paşa Sarayı’nın resmini görmeleriyle başlar. Dağların ortasında yer alan İshak Paşa Sarayı’nın görüntüsü onları büyüler. Turizm bürosundaki görevliye oraya nasıl gideceklerini sorarlar. Bürodakiler de, oraya gitmelerinin kendileri için tehlikeli olacağını söylerler. Ama Alice ısrarla oraya gitmek istediğini söyler.
Alice; “Hayatım boyunca her kim bana, ne zaman bir şeyi yapamazsın dediğinde, ben de ısrarla yapacağımı söylerdim. Onlara rağmen gidip oraları gördük.” Diye maceralı yolculuk hikâyelerinin nasıl başladığını anlattı.
Sıra dışı dağlar
Alice; “Doğubayazıt’a gittiğimizde de oradaki dağlardan resmen büyülendim. Neredeyse her yıl oralara yaptığımız seyahatlerde dağları çizmeye çalıştım. Bu dağlar bana sıra dışı gelmişti. Akşamları dağlarda yankılanan sesler çok güzeldi. Çizimler için kaldığım sürede oradaki insanların yaşamları hakkında da çokça hikâyeler dinledim. Kürt kültürü hakkında bilgiler edindim. Bir başka seyahatimizde Van’a gittik. Van’da kaldığımız sürede tanıştığım birçok insandan da ilginç hayat hikâyelerini anlattılar.”
Gördükleriniz ve size anlatılanlar nelerdi?
8 yıl sonra Erzurum Atatürk Üniversitesinde araştırma ve öğretim görevlisi olan eşi Glen Lawrence’nin görevi dolayısıyla Erzurum’a gelirler. Alice bu dönemi; “Eşimin üniversitedeki görevi nedeniyle bir yıl Erzurum’da kaldık. Ve orada Kürtlerin nasıl yaşadıklarını, yaşanan bazı gerilimlerin çoğunlukla önyargılı insanların korkularından ibaret olduğunu gördüm. Bu kitabı çıkarmamın temel amacı da bu oldu.”
“İnsanlar da dağlar gibi dirençliydi”
Bölgenin tarihi ve coğrafik yapısından çok etkilenen Alice; “Fark ettiğim çarpıcı şeylerden biri de oradaki bölge insanlarının tıpkı dağlar gibi dirençli ve güçlü olmalarıydı. Etraflarındaki dağlarla bütünleşmiş ve adeta iç içe geçmiş olduğunu fark ettim. Bu durum beni derinden etkilediği için daha fazla öğrenme ve anlama ihtiyacı duydum.
İnsanlar sahip oldukları yetenek ve potansiyellerini ortaya koyabilecekleri yeterli imkânlara sahip değildiler. Çizimlerimin konusu ağırlıklı olarak insanlar olmaya başladı. Biriktirdiğim bu çizimleri daha sonra gravür sanatıyla yapmaya başladım.
Erzurum’da önyargılara şahit olduk
Erzurum’da yaşadığımız 1 yıllık süreçte çok fazla önyargılara şahit olduk. İstanbul’a Kürtçe öğrenmeye gideceğimi öğrendiklerinde benim ya CIA ya da terörist olduğumu düşündüler. Sokaktaki çocuklar beni gördüklerinde taş attılar. Bu kadar tutucu ve soğuk olan şehir bende olumlu etkiler bırakmadı. İnsanları hoş karşılayan bir yer değildi. Ama Erzurum’un Kürt bölgelerine gittiğimizde bize daha misafirperver yaklaşıyorlardı.
Güneydoğu’da geçirdiğimiz vakitler çok daha fazla oldu. Glen’le sömestr tatilinde Diyarbakır’a geldik. Surların önünde birikmiş karları görmek büyüleyiciydi. İnsanlar ellerinde küreklerle kaldırımlardaki karları temizliyorlardı.
Ne tür şeyler sizi bu kitabı yazmaya teşfik etti?
Bu kitabı çıkartmamın asıl sebebi; Kürtlerin yazılmamış, hikâyesi olmayan bir kitap olarak tasarladım. Çünkü bir dönem Kürtlerin dillerini konuşma ve dillerinde türkü söylemelerinin yasak olduğunu öğrendim.
İstanbul’da dolaşırken gittiğim restoranlarda çalışan birçok gencin benim az da olsa Kürtçe konuştuğumu gördüklerinde, kendileri bilmediği için bu durumdan utanç duyduklarını gördüm. İnsanlar bundan dolayı bana teşekkür ediyorlardı. Bu durum bana ağır geliyordu. Bu yüzden kitabımı sembolik bir davranış da olsa; ‘Kürtlerin Yazılmamış Kitabı’ diye de adlandırmak da istedim.”
Seyahatlerinizde size neler ilginç geldi?
“Bence en şok edici şey burada iki kültür arasındaki güven eksikliğidir. Ben ise bunu bir çeşitlilik olarak görüyorum. Bu güvensizlikte daha farklı etmenler olsa da ağırlıklı olarak birikim sağlayan önyargılardan meydana geldiğini düşünüyorum. Aslında iki kültürdeki insanların ortak özelliklerinin çok fazla olduğunu ve birbirlerini tanıdıklarında bu önyargıların büyük kısmının kırılacağını ve sorunlarının çözüleceğini umut ettiğim için de bu kitabı çıkartmak istedim.
Sorunlara daha pozitif açılardan da bakmak gerekiyor. Her kültürün kendi içerisinde farklı güzellikleri var. Mesela Tanzanya’da yaşadığımızda orada da farklı kültürlerin olduğunu ve her kültürün de kendi içinde yaşattıkları zenginliklere ve güzelliklere şahitlik ettik. Sevinçleri beraber kutlayıp, dertlere ortak olursunuz fakat bunu kendi geleneksel kültürel zenginliğiniz içinde yaparsanız ortaya daha güçlü birliktelikler çıkıyor. Herkes birbirine karşı daha saygılı oluyor ve değer veriyor.”
“Gravür tekniğiyle resmediyorum”
“Genelde resimler içerisinde beğendiğim birini seçip burada neyi ifade etmek istediğime karar veririm. Sonra o resim üzerinde yaptığım çalışmalardan sonra nasıl bir duygu uyandırdığına bakarım.
En sonunda o resmi bir kütük ya da ağaç doğrama üzerine resmedip kullandığım kesicilerle görüntüyü ortaya çıkarıyorum. Yani kâğıtta görünen görüntüye farklı bir boyut kazandırılıyor. Bu çok eski bir Japon tekniğidir. Binlerce yıldır Batıda uygulanıyor. “
Şimdiye kadar eserlerinizi nerelerde sergilediniz?
“Rusya’da harika bir sergi açtım. Türkiye’de ilk sergimi İstanbul’da MKM’de açtım. Oradaki insanlar için de çok heyecan vericiydi. New York’ta Yong Island Üniversitesinde birkaç defa sergi açtım. Oradaki sergilerimde sadece gravür değil suluboya resimlerimi de tanıttım. Rusya devlet müzesinde sergi açma şansım oldu. O da çok heyecan verici bir sergi olmuştu.
“Kızlar erbane çalmaya başladığında dona kaldım, gözümden yaşlar süzülüyordu”
Diyarbakır’da Bağlar Belediyesinde de bir sergim oldu. Sergi yerine doğru giderken kafamdan Bahman Gobandi’nin ‘Yarım Ay’ filminde çalınan erbane canlanıyordu. Benim için çok heyecan verici bir andı. Sergi yerinde birçok kişi bekliyordu. İnsanlar benimle konuştuğunda içimden bir ses, ‘Bu insanları tanıyorum, bana çok tanıdık geliyorlar’ diyordum. Ve yaptığım şeyin buna değer olduğunu görüyordum. Serginin bitimine doğru kızlar bana ithafen erbane çalıp şarkı söylediler. Bu durum karşısında dona kaldım. Gözümden yaşlar süzülüyordu. Çok duygulandım.
Gezdiğiniz dönemlerde başınızdan geçen ilginç bir anınızı paylaşır mısınız?
“Doğubayazıt’a yaptığım seyahatlerimin birinde; İshak Paşa Sarayı bölgesinde çizim yaparken uzaktan çobanlık yapan bir kadının bize doğru geldiğini gördüm. Yanımıza vardığında bizden resmini çekmemizi istedi. Kadının adı Halime idi. Ertesi gün gidip resimlerini çektik. Halime’nin yedi çocuğu vardı. Bütün çocuklarını tanıdım ve görüşmelerimiz sonraki süreçlerde de devam etti. Çarşıda Halime’nin oğlu Yunus ile karşılaştım. Bana annesinin evde olduğunu söyledi ve eve davet etti. Yolda giderken Halime’nin çocuklarından Ruşam ve Fatma’nın evin önünde oyun oynadıklarını gördüm. Bana el sallayıp yanıma geldiler. Evin önüne yaklaştığımızda Fatma evin önünde olan köpeği benden uzaklaştırdı. Ama başka bir köpek daha vardı. Biz evin girişine yaklaştığımızda Fatma bana dönerek hızlı bir şekilde içeriye koşmamı söyledi. Dediğini yapıp koşar adımlarla basamakları çıkıp içeriye doğru girmeye çalışırken köpek bacağımdan ısırdı. O esnada donakalıp bayılmışım. Kendime geldiğimde ciddi bir şey olmadığını düşünüyordum. Bakınca köpeğin dişleri bacağımı parçalamıştı. Sürekli yanımda taşıdığım bandanamı çıkartıp bacağımı bağlamaya çalıştım. O esnada 11 yaşındaki Fatma dehşet içerisinde sağa sola koşturup yardım çağırmak için çığlıklar atıyordu. Sonra içeri geçtik. Evdeki çocuklar da benim acılar içinde kıvrandığımı görünce korkuya kapılmış ağlıyorlardı. O esnada annemin küçükken bana söylediği şarkıyı anımsadım. Karşımda duran çocuklara o şarkıyı söyledim. Böylelikle hepimiz bir nebze de olsa sakinleşmiştik.
Yaklaşık 45 dakika sonra yardım geldi. Hastaneye götürdüler. Hastanenin acil servisinde yatak yoktu. Bacağımı temizleyip ilaçlarımı aldılar. Doktorlar bana eğer Erzurum’a gidebilirsem oradaki hastanede çok daha iyi tedavi görebileceğimi söyledi. O gece Doğubayazıt’ta berbat bir durumda geceyi geçirdim. Ertesi gün otobüse binip Erzurum’da gittim. Erzurum’da eşim Glen beni karşıladı. Erzurum’da beni o halde görenler;’Köpekler tarafından ısırılmış, korkacak bir şey yok.’ diyordu. Hastanede benimle çok ilgilendiler. Geçirdiğim operasyondan 6 ay sonra tekrardan yürümeye başladım.”
‘Yaşadığım bu olay Kürtçe öğrenmeme neden oldu’
“İyileştikten sonra oraya tekrar gidip iyi olduğumu ve zan altında kalmamaları için onları görmek ve yaşadığım bu durumdan Fatma ve Halime’nin bir suçu olmadığını konuşmak istiyordum. Oraya gittiğimde insanların çoğu bana hangi köpek olduğunu ve köpeği onlara göstermem gerektiğini söylediler. Ama bunu yapmadım. Çünkü beni hangi köpeğin ısırdığını söylersem o köpeği öldüreceklerini biliyordum. Köpeğin bir suçu yoktu. Köpek aslında içerideki iki küçük bebeği koruyordu.
“Başıma gelen bu olay bende şöyle bir şeye de yol açtı; Böyle bir durumda olan benim gibi birine oradaki insanların yaklaşımlarını merak ediyordum. Ne kadar yardımsever insanlar? Diye. Bu yaklaşımları beni derinden etkiledi ve onları daha iyi anlamam için Kürtçe öğrenmeme sebep oldu. “
Daha önce bu kadar tarihi bir kentte bulunmamıştık
Daha sonra eşiyle birlikte Diyarbakır’a gelen Alice Sur’da gezerken izlenimlerini ve onlarda yarattığı duygu ve düşüncelerini şöyle dile getirmektedir; “ Sur’un dar sokaklarında Glen ile yürümeye başladığımızda bizim için çok eğlenceliydi. Çünkü daha önce Ortadoğu’da bu kadar tarihi bir şehirde bulunmamıştık. Bizim için çok güzel ve etkileyiciydi. Kayaların işlendiğini ve evlere dönüştüğünü gördüğümüzde hayran kalmıştık. Dar sokakların içerisinde ilerledikçe kaybolmuş hissiyatına kapılıyorduk. Daha sonra benimle beraber sokakları gezen Özlem diye bir arkadaşım vardı. Sur içinde gezerken; “Hadi kaybolalım” derdik. Çok eğlenirdik. Sokaklarda bizi takip eden küçük çocuklar bize seslenirlerdi. Burası da bölgedeki birçok yer gibi büyüleyiciydi.”
Surda ruhsuz yapılar
“Daha sonra burada yaşanan talihsiz olaylar. Bu eski yerleşim yerlerinin yerine, yeni yapılar inşa edildi. Bu yapılar bana çok ruhsuz geliyor.
Yüzlerce yıldır taşlardan yapılmış bu evlerin yerine; bu tür yeni evlerin yapılması bana çok anlamsız ve üzücü geliyor. Yapılmış olan birçok yapının turistik iş yerleri olduğunu görüyorum. Bu tür değişimler bana çok yanlış geliyor. Ama maalesef üzücü olsa da, dünyanın birçok yerinde benzeri şeyler de oluyor.” Diye bize kısaca uzun yıllardır gezilere ilişkin gözlemlerini ve izlenimlerini anlattı.
Kimya ve biyokimya profesörü Glen Lawrence
Sanatçı Alice Hendrickson’un eşi Glen Lawrence ise kendisi hakkında kısaca şu bilgileri verdi;
“New York Brooklyn’deki Long İsland Üniversitesinde 37 yıldır kimya ve biyokimya profesörüyüm. Bu yıl emekli olacağım için şanslıyım. Her yedi yılda bir üniversitenin çalışanları için gençleşme diye adlandırdığı bir yıllık ücretli izne ayrılma imkânım oldu. Yedi yılda bir yapılan, tam yıl ücretli izinlerimi farklı ülkelerde geçirdim. Bir yılımı Tanzanya diğer yılımı Asya’nın güneydoğusunda sonraki bir yılımı ise Erzurum’da geçirdim.
Birçok insan benim neden Erzurum’u seçtiğimi soruyordu. Erzurum’a gelmenin sebeplerinden biri ben hoca olarak gelmeden birkaç yıl önce Güneydoğu’yu gezmiştik. Ve aynı zamanda, Erzurum Atatürk üniversitesi Kimya bölümünde araştırma yapmak ve ders vermek için üniversite ile iletişime geçmiştim. Çünkü o dönem Diyarbakır Dicle üniversitesi ya da Van yüzüncü yıl üniversitesinde araştırma yapmak için yeterli alt yapıları yoktu. Böylelikle Erzurum’da bir yıl geçirdim. Orada hocalık yaptığım zamanda da Güneydoğu’nun birçok şehrine seyahatler düzenledik. Van, Doğubayazıt, Diyarbakır ve Hakkâri’yi gezme fırsatımız oldu.”