Sevgili okurlarım sizlere bugünkü köşemde insan hayatlarından yaşanılmış bir öykümüzü anlatmaya çalışacağım.
Bu öykümüz de bazen hüzünlenip, bazen göz pınarlarımız yaşarsa bile inanıyorum ki hepimiz; bu veya buna benzer birçok olayla karşılaşıp aynı duyguları yaşamışızdır.
Önemli olan bu kısacık hayat da başımıza ne tür zorluklar gelse bile, yolumuza güçlü ve kararlı bir şekilde devam etmemizdir. Bu öykümü eşini kaybetmiş veya eşinden ayrılmış, evlatlarına hem anne hem de baba olan kadınlarımıza itham ediyorum.
Nurcan soğuk hastane odasında vermiş olduğu, kan tahlilileri ve pataloji sonuçlarını bekliyordu.
Öylece dalmış gitmiş düşünceleri bir ırmak gibi içinde coşmuştu.
Yüreği yapayalnızdı.
İçindekileri fırtınaları anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalıyordu. Hayatın da kısa zaman içinde neler olup bitmişti, bir anlam veremiyordu. Eşini kara toprağa gömdükten sonra yapayalnızdı.
Bu koca şehir ve insanlar arasında ne kadar güçlü görünse bile, duvarı sağlam iç mimarisi çürük bir yapıya benziyordu.
Korkuyordu...
Bulunduğu şehir de kimsesi kimsecikleri yoktu. Sadece oturduğu siteden bir veya iki komşusu vardı.
Bir de eşinin anne babası ve tüm akrabaları aynı şehirdeydi...
Oysa çok iyi biliyordu ki;
Bundan sonra hayatında büyük değişiklikler olacaktı.
Ama bu büyük değişiklikleri, nasıl düzenleyeceğini kendisi de bilmiyordu.
Koca bir ev tanımadığı bir şehir ve ALLAH tan gelen rahmetle ayakta kalmaya çalışıyordu.
Eşinin rahatsızlığı boyunca bir ayakları hep hastane köşelerinde olmuş, evini, o eşsiz tertip düzenini ve çocuklarını uzun bir zaman ihmal etmişti.
Evet;
Kara toprak ondan yıllarca aynı yastığa baş koyduğu, acısı ve tatlısıyla bir ömür dediği, evinin kalesi, yüreğinin sesi dediği hayat arkadaşından koparmış, yapayalnız bir dünya da kendini hissetmesine sebep olmuştu.
Eşi vefat ettikten sonra, eşinin kıyafetlerini, yatağını, yastığını toplayıp fakir fukaraya dağıtmıştı.
Sadece o çok sevdiği kolundan hiç bir zaman çıkarmak istemediği saatini ve bir kaç özel eşyasını kimseye verememişti.
Oda biliyordu ki; ömrünün sonuna kadar bu özel eşyaları saklayıp, gözyaşları ırmak olup aktığında küçük bir kutudan çıkaracak, belki tozlanmış olan camını silecek ve eski düşüncelere dalıp tekrar tekrar özlem giderecekti.
Yıllarca o özel eşyaları saklayıp daha sonra çocukları evlenip evden gittiklerinde bile sessizce bir köşede oturacak, düşüncelerine dalacak, eski güzel günlerini hatırlayacaktı.
Bir de evinin bir köşesinde o tarifi imkânsız fotoğraflar duruyordu.
Sanki o cansız fotoğrafların kokusunda özel bir davet var gibiydi. Her geçen gün tekrar tekrar o fotoğraflara bakıyor gözyaşlarını gözbebeklerinden yanaklarına doğru bir pınar gibi akıtıyordu.
İşte eşiyle beraber yaşadığı en güzel kanıtlar bunlardı.
Nişan, düğün, çocuklarının doğumları, doğum günlerinde çekilen tüm fotoğraflar bu anıların içindeydi.
Bu fotoğraf kareleri o içten gülümsemelerle yaşanılan o an ve dakikaları bire bir anımsatıyordu.
Deklanşöre basıldığında gülen yüzler, acıya dayanan bedenler gözükmüyordu.
Belki de o mutlulukların hepsi sanki yalan olmuş, o güzel günler hiç yaşanmamıştı.
Diye ara ara hafızasından geçirdiği oluyor, ama çocuklarına baktığı zaman evliliğinin o güzel meyvelerini görüp her şeyin yaşanılan ve bitip giden güzel günler olduğunu anımsıyordu.
Koca bir ev, uzun yıllar ve iki kız bir erkek çocuk olmak üzere üç küçük çocuk hayatında kalmıştı.
Gün geçtikçe acı hayatın içinde yaşam mücadelesini vermeye çabalıyor, sadece eşinden ona hatıra kalan çocuklarının gelecekleriyle ilgilenmek istiyordu.
Geçmişi düşündükçe eşinin sağlığındaki o neşeli yüzü aklına geliyordu.
Zaten hastalandıktan sonraki halini hiç bir zaman beynine kazımamış, o sararmış siluetini hafızasından hemen savuruvermişti.
Artık yapamıyordu.
Günlerce fotoğraflara dalıp gittikten sonra rahmetli eşinin lacivert çizgili gömleğini alıp ağlıyor ve sanki onun kokusuyla baş başa kalıyordu.
Ve bir gün dayanamadı.
Güçlü olması gerektiğini biliyordu.
Üç küçük çocuğa karşı o vakur duruşunu sergileyecek, hayata güçlü bir kadın ve gücünü kadınlığından alan şefkat dolu bir ana olarak devam edecekti.
Uzakta kalan Diyarbakır şehri gibiydi.
Surları, bazalt taşlarıyla, bembeyaz tülbendiyle kendini bu şehrin kadını olarak görüyordu.
Ne kadar hafızasında anılar canlansa bile yaşam devam ediyordu.
Ruhu istediği gibi darma dağınık olsun bedeni cesur, cesaretli kendinden emin duruşuyla dimdik ayakta olacaktı.
İlk olarak anıları hafızasından bir süreliğine bile olsa yok etmeye başladı.
Yaşam Dicle nehri gibi akmıyor muydu?
Çocukları büyümüyor muydu?
Kendisi kadınlığının en verimli zamanında hayatın ona sunduğu acılara göğüs germiyor muydu?
Hepsi bir bir devam ediyor, acılar zamana unutulması için bırakılıyordu.
Unutması gerekiyor yaşam ağacına tutunması gerekiyordu.
Kararlıydı.
Umutluydu.
Kendini toparlayacak ömrünü çocuklarına adayacaktı.
İlk iş olarak eski güzel günlerinde çekilmiş bu fotoğrafları hayatından yok edecek ve eşinin o çok sevdiği lacivert çizgili gömleği anılarına gömecekti.
Eski bir valizin içine bırakıp anılarını da o eski valizle beraber kullanılmayan eşyalar arasına bırakacaktı.
Eli varmıyordu ama bu eski hatıraların, hepsini yırtmak, yakmak ve çöpe atmakla değil sadece her hüzünlendiğinde bulmaması için derin bir kuyuya gömmesi gerekiyordu.
Yalnızlık kuyusuna...
Eski hatıralarını belki de yok edebilecekti.
Veya derin dehlizlerde saklayabilecekti.
Artık ne zaman bunlar su yüzüne çıkardı oda bilmiyordu.
Düşüncesini en kısa zamanda yaptı.
Anısı olan fotoğraflar artık albümünde yer almadı.
Ama bundan sonra hayatını nasıl düzene bırakacağını da bilmiyordu.
Yalnızlığın savunmasız gücüyle, her an baş edebilecek miydi?
Gecelerin bitmek bilmeyen uykusuzluğu, günün içindeki yaraya merhem olabilecek miydi?
Ya hayat korkuları?
Onunla nasıl mücadele edecekti?
Her ne kadar yalnızlık onun için zor olsa bile, ilkeleriyle beraber hayatını düzene bırakmak zor olacak mıydı?
Hayat yolculuğu yeni başlıyordu...
Et ve kemiğiyle beraber yanındaki üç çocuğuyla aslında güçlüydü.
Bütün bu yaşanan olaylardan, toprağa gitmiş dağ gibi kocasından yuvasından ve içindeki o çocuksu benliğinden kopmuştu.
Fakat biliyordu ki bu onun için yeterli sebep değildi.
Dimdik ayaklarının üstünde durabilen bir kadın olmalıydı.
Gücünü kendin de ve analık duygusuyla bağlı olduğu evlatların da görmesi gerekiyordu.
Üç çocuğuna hem gelenekçi bir anne, hem hayat yolunda gidilmesi gerek parlak bir ışık olması gerekiyordu.
Eşi hayattayken maddi ve manevi yönden iyi bir hayatı vardı. Ama artık böyle bir rahatlığı da olmayacaktı, bunları çok iyi biliyordu.
Birden günlerdir kendi tahlillerini hastaneye gidip geldiğini hatırladı.
Kan sonuçlarının ve patoloji sonuçlarının gelmesini bekliyordu.
Ruhu belki dağınık olabilirdi.
Ama
Kendi yüreğiyle konuşuyor, kararların da doğru yöne vardığını düşünüyordu.
Varsın hayat böyle olsun diyordu.
Yıkacaktı önünde duran barikatları.
Göğsünü siper edecekti her zorluğa karşı.
Ama bu uzun yaşam koşusu dediğimiz yol da yılmayacaktı.
Karamsarlığa düşüncelerinde yer vermeyecekti.
Geçmiş geçmişte kalacaktı.
Kara Toprak sevdiklerini almaya devam edemeyecekti.
Üç küçük evladını büyütecek kendilerine, ailelerine, topluma iyi bir fert olmaları için çabalayacaktı.
Yeni hayatında cesaretiyle beraber her zaman için iyiye, doğruya, güzelliklere doğru umutları olacaktı.
Yola devam diyordu.
O kıvrımlı yollar da Ege'den Mezopotamya topraklarına gelen yolcu otobüsüne binmiş, bir yanına cesareti diğer yanına umudu ve kucağında o mavi gökyüzüyle beraber yola koyulmuştu.
Umutlar cesaretle birleşince biliyordu ki gökyüzü de güneş gibi açacak ve o eşsiz sıcaklığını savurup renk renk çiçekler açacaktı...
Her kadının eşi öldüğünde yalnızlığının buruk acısı yüreğinde körüklenirmiş.
Ama bu acı çocuklarıyla beraber olunca güç kazanılırmış.
Sevgili okuyucularım belki sizde şu hayatta eşinizi, babanızı evladınızı kara toprağa gömmüşsünüzdür.
Fakat hayat yine devam ediyor deyip, yüreğinizdeki acınızla yolunuza devam etmişsinizdir.
Kararlı ve güçlü olmak için yolunuza devam etmek istiyorsanız, içinizdeki büyük seçim sizindir.
Sevgiyle kalınız.