1967’de Aynur Hanımla evlenir ve Filinta adında bir çocuğu olur. Bu doğumu;” yaşamının en büyük sevinci” , “dünyanın en güzel güvercini” diye değerlendirir. Bu sevinçle iki yıl oğlunun cüzdanını cebinde taşır.
Ahmed Arif, doğduğu toprakların yaşam kavgasını, gelecek umudunu, mahpushane direncini, Karacadağ’ın karını, soğuğunu, ellerinin buz tutmasını anlatırken o kadar güzel söz dizini oluşturur ki; adeta insanın üşüyesi gelir. Yarattığı atmosfer insanı içine çeker, o anı yaşatır. Diyarbakır’ın kalesinden, Karacadağın eteklerinden kışın soğuğunu hafızalara kazır. Sert ve acımasız doğanın, farklı görünümlerini; direnme, mahpusluk, insan sevgisi, umut gibi konuları harmanlayarak, birbirine bağlar. İnsancıl ve toplumcu yaklaşımları dizelerine damgasını vurur.
Yaşam kavgasını ve felsefesini; “ Yaşamım boyunca hakkı aradım; ezilenin ve güçsüzün yanında durdum. Memleketlilerim sömürülmesin, memleketlilerim kullanılmasın, memleketlilerim ölmesin diye konuştum. Eşitlik için yazdım, eşitlik için söyledim, eşitlik için dayak yedim, eşitlik için sövdüm. O günleri göremeyeceğimi bilsem de birilerine o günleri gösterebilmek için öldüm.” Sözleriyle ifade eder. Şiiri ise; “ anlaşılır olmalıdır ve insanı yüreğinden yakalamalıdır,” diye tarif eder.
Hayata bu şekilde bakışışını şiirlerine de yansıtır. Acı çeken insana, yalın bir sevgiyle yaklaşır. Şiirinin imge ve mısralarıyla onun acısını dindirmeye çalışır. İnsanın en umutsuz, en güçsüz hatta mecalsiz olduğu durumlarda; insana umut, güç aşılar. Umudu, direnci sürekli canlı tutar. İnsanı sürekli yüceltir. Karamsarlığı sevmez. Bu yüzden yazgıya karşı çıkar. Çünkü yazgıda umutsuzluğu, edilgenliği, irade olamamayı görür. Ahmed Arif'in şiirinde, her zaman, yoksul, çaresiz, ezilmiş ama onurlu insanların eylemlerini, kararlı ve onurlu tutumlarını önemser. Dizelerinde onların yiğit, saf, sabırlı ve temiz dünyaları yansır.
Ahmed Arif’in şiirleri daha basılmadan elden ele çoğaltılarak okunur. Onlarca baskı yapan kitabı en çok satanlar listesi içerisinde yerini alır. Bestelenen ve seslendirilen şiirlerini birçok kişi ezberler. Umut ve direnç aşılayan şiirleri; darbe dönemlerinde tutuklanan gençlere, darda kalanlara ve aydınlara umut aşılar ve bir dayanak olur. Etrafındaki çemberi kırarak geniş kitlelere ulaşarak insanları etkilediği gibi; günümüz şiirini de büyük ölçüde etkiler, kalıcı izler bırakır.
Zor durumda olan birinin durumunu; dağların tepelerinde karın içinde yarı donmuş halde yürürken ona; felsefe ve inanç aşılar ve hiç koşul ya da dayatmaya boyun eğmeyen bir tavır ortaya çıkartır. Aşiret insanının tedirginliği, öfkeli ve sinirli haliyle, mertliği onu derinden etkiler. Burjuva şehir yaşamının ahlak, kişilik ve yaşam ölçülerinde bulamadığı bazı güzellikleri feodal düzenden kalan aşiret özelliklerinde bulur.
Ahmed Arif’de aşiretin kapitalist sistem tarafından bozulmayan; aşiret yapısının, çocukları, kızları ve kadınları korumasını; aşiret insanlarının yalan söylemeyen, mert, dürüst özellikleri tutmakta, bu yönü yüceltmektedir. Aşiretçiliğin; talana, çapula yönelmesini kan davası gütmesini; kalleşliği, pusu kurularak kalleşçe öldürülmesini, namertliği yalan söylenmesini şiddetle yermektedir.
Ahmed Arif’in şiirlerini içinden ya da mırıldanarak okumakla ondan istenen haz tam olarak alınamaz, şiirinin büyülü atmosferine girilemez. Onun şiirleri ancak; gırtlaktan gelen, ağız dolusu gür ve tok bir sesle okunduğunda gerçek zevkine varılır. Çünkü onun şiirlerindeki mısralar; kavga ve isyanın hüzünlü dizeleridir. Mısraları coşmakta ve imgelerinde edilgenlik yoktur. Vurgular net ve keskindir. Ses de buna ayak uydurduğunda; o zaman şiirin büyüleyici etkisi görülecektir.
Şiirlerini, masallarda, efsanelerde, ağıtlarda ve türkülerdeki anlatım dilinden besler. Ona güçlü bir esin kaynağı olur. Halkın canlı, renkli ve zengin dilini yakalar. Şiirinde bu zenginliği estetize ederek kullanır. Anadolu’nun yoksul halkının ve kendisinin yaşadığı çevredeki olayları zaman ve mekân akışı içinde verirken; insanların yaşam serüvenlerini, Sümerlere ve Asurlara kadar uzatarak tarihin derinliklerinde gezdirir. İnsanı Pir Sultan’dan, Köroğlu’na, Şeyh Bedreddine doğru alıp götürür. Anadolu’nun kültürel zenginliği içinde gezintiye çıkarır. İmgeleri, bir duygu sağanağı gibi; peşi sıra dizer. Nerdeyse bütün şiirlerinde oya gibi işlediği sevgi ve umudu en estetik biçimiyle mısralara döker. Safını hep ezilenlerden ve ezilenlerin kardeşliğinden yana yapar ve bu tavrından asla ödün vermez. Ezilenlerin mütevazı ve hoşgörülü; yönetenlerin acımasız ve zalim yönlerini ortaya çıkarır.
Ahmed Arif’in şiirlerindeki özgünlüğü ilk Cemal Süreyya keşfeder. Edebiyat dünyasında dikkatleri üzerine çekmeye başlar. Ahmed Arif, şiirlerinde öfke ve isyan görülmektedir. Kendisi bir aşiret çocuğu olmamasına rağmen, çocukluğunun geçtiği Diyarbakır ve Urfa’nın il ve içlerinde aşiret yapısı canlıdır. Bu yapı her zaman öfkeli insan yaratmaktadır.
Yaşadığı sorunları adeta destanlaştırarak yazar ve hafızalara kazır. Türkü tadında yazdığı şiirleri adeta insanın ruhuna işler. Şiirlerini Hasretinden Parangalar Eskittim kitabında toplar ve bu şiir kitabı en çok satanlar arasında yerini alır.
Ahmed Arif, Leyla Erbil’e âşıktır. Fakat bu aşkı karşılıksızdır. Erbil onu reddeder; ama o bu aşkından ölene kadar vazgeçmez. Bu aşkını şiirlerinde yaşar. Şiirlerde yaşadığı diğer bir konu da; hayatında derin izler bırakan hapishanedir.
En büyük aşkı Leyla Erbil’in ölümünden sonra yazdığı mektupları kitap olarak bastırır. Mektuplarda; sürgün günlerini, yaşadığı sıkıntıları,duygusal dünyasını ve aşkını anlatır. Mektuplardan birirnde, “Sabah gözlerimi sana açarım, akşam uykularımı senden alırım. Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulade baş dönmesini bulurum… . Bir umudum, dünya gözüm, dikili ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek seni. Ben cehennem çarklarından kurtuldum. Üşüyorum kapama gözlerini…” biçiminde aşk yüklü cümlelerle dile getirir.
Ahmed Arif, Ankara'da yalnız yaşadığı evinde 2 Haziran 1991 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirir. Doğduğu topraklar öksüz kalır. Onun bıraktığı kalede çok şey değişti. Ahmed Arif mezarından doğrulup kalksa; doğup büyüdüğü, üzerine, oynadığı ne sokakları nede sakinlerini bulamayacaktır. Kalenin boynu bükük, Hevsel’i buğulu, Dicle’nin mahzun aktığını görünce acaba yazdıklarını ne yapacaktır.