Fırsat buldukça çevremi gözlemliyorum. Bu gözlem kimi zaman bir saniye, kimi zaman dakikalar sürüyor. Bunu bir ağacın çiçek açarken takındığı sessizlikle yapıyorum, yavaş ve ferah. Radarıma her kesimden insan takılıyor diyebiliriz. Hastaneye girip çıkanlar, adli tıp bölümünün önünde gergince bekleyenler, yolda yürürken çocuğundan destek alan bir ayağını kaybetmiş insanlar, yüzüne eğreti bir hüzün maskesi takmış dilenciler, ceketini tek hamleyle ilikleyen bürokratlar ve daha nicesi. Yüzlerce farklı ifade, yüzlerce farklı gerçek ve yalan, yüzlerce farklı davranış… Gözlemlerim sırasında bu kadar farklı yaşamın içinde ortak bir nokta olması gerektiği düşüncesi zihnime yerleşti. Aynı gökyüzünün altında, aynı yeryüzünde farklı hayatları yaşıyoruz. Her yüzyılda değişen ve gelişen bir dünyayla karşılaşıyoruz. Peki bu yüzyılın insanında ortak olan ne?Bu sorunun peşinden giderek gözlemlediğim insanların yaşantısındaki benzerliği bulmaya çalıştım. Buldum sayılır.
Geçen gün evden çıkmadan bir şiir okudum. Gün henüz doğmamıştı, dünya buruk bir loşluk içindeydi. Evden çıkmadan şiir okumak pekâlâ bir insanın adımlarını daha kendinden emin hale getirebilir. Bu da benden size hayata dair bir acemilik sırrı, zira ustalık sırrıma henüz erişmedim. Okuduğum şiirle birlikte o gün insanların benzerliğinin peşine düştüm. Ne olabilirdi bu yüzyılın insanının ortak yanı?
Bu sorunun peşinde onlarca insanın suretine odaklandım. Davranışlarına, yürüyüşlerine, bakışlarına çeşitli yorumlar getirmeye çalıştım. Epeyce kafa yordum ve sanırım bir ortak yan bulmuştum. İstisnalar hariç genellikle hepsinde bu vardı: Dünya’ya son kullanma tarihi geçmiş gibi davranmak.
Evet, yediden yetmişe hepimiz bu Dünya’ya son kullanma tarihi geçmiş gibi davranıyoruz. Üzerinde yürüyoruz, havasını soluyoruz, toprağından faydalanıyoruz ama halimizden hiç de memnun değiliz. Biz Dünya’ya muhtacız, o bize değil. O zaman diyelim mi üç günlük Dünya’nın üçüncü gününde gibi yaşıyoruz.
Dünya’ya minnet duymuyor, ondan her şeyini alıp öyle üçüncü günü bitirmeye çalışıyoruz. Bunun en büyük sebebi bana kalırsa teknoloji ve popüler kültür. Manevi değerlerin ve emeğin kalıcılığını, vefayı unuttuk; hızla tükenen şeylere odaklanıyoruz. Diyebilirim ki hem Dünya’nın güzelliğine hem de şaşırtıcı derecede kötü olan davranışlara olan hayret duygumuzu yitirdik. Bir şiirimde yazmıştım: “Şaşırtmıyor artık beni, tüm günahların alnıma göre yazılması.”
Hayret duygumuzu yitirmekten kastım nedir diye soracak olursanız: Bir tohumu toprağa diktikten sonra çimlenmesini izlemek, yavru kuşların ilk ötüşleri, Güneş’in her gün kızıla boyadığı Dünya, göğü kucaklayan ağaçlar artık şaşırtmıyor bizi. Her baktığımızda derin bir hayranlık duymamız gereken Dünya’nın bize bakıp hayranlık duymasını bekliyoruz. İşin en kötü tarafı ise artık kötülüğe ve ahlaksızlığa da hayret etmiyoruz. Globalleşen dünyanın tek tipleşen insanları mı oluyoruz ne?
Her şeyin sonucuna hemen ulaşmak, emek vermeden meziyet sahibi olmak, yolu yürümeden hedefe ulaşmak, kitap okumadan kütüphane sahibi olmak, sıkıntı çekmeden ferahlığa erişmek istiyoruz.
Sanırım biz faniliği yanlış anladık.
Üçüncü günde olabiliriz fakat her şeyin farkına varıp Dünya’ya öyle yeniden yaklaşabiliriz.
Unutmayın, umut daima var ve henüz gün bitmedi.