İnsanın toplumsal ve dünyasal mahkûmiyeti, çok ama çok uzun sürdü. Bu mahkûmiyeti kırmaya dair ciddi bir adım atılmadı. Çözüme ve özgürlüğe dair çözüm önerisi bulunmadı. Buna dönük anlamlı olabilecek özel bir çaba da yoktu. İnsana biçilen mahkûmiyet gerçeği insanın içsel gerçekliğine dönüştü. Tüm bu durumlar sanki kutsal bir emir gibiydi. Evrenin teolojik yaratılışı nasıl bir hikmet idiyse, insanın yaratılışı da böyle bir hikmete dönüştü. Buna itiraz edecek kimse yoktu. Mitoloji bu kavganın, kargaşanın hikâyesi olarak çıktı. Mitoloji masal halinde, bu trajediye giden yolu gösteriyordu. Uygarlıklar mitolojisi bu ayrıntıları incelemede iyi bir kaynaktır. Dinin gizemli olması, olay ve olguları abartma sanatı olarak dillendiren mitolojik öykülerle vermesi, bu gerçeğe engel değildi. Mitolojinin bu şifreleri, o günün zamanını hissetmekle çözülebilir.
Çalınan Gerçek
İnsanlık tarihinde hiçbir savaş, soykırım insan trajedisi kadar derin değildir. Dili, kimliği, kültürü, zihni ve insana ait ne varsa çalınmıştır. Kendi öz dinamiklerinden uzaklaştırılmıştır insan. Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla bu kez bir başka operasyona tabi kılınmıştır. İyi ve güzel gibi görünen şeyler dramını yumuşatmamış, farklı acılara da yol açmıştır. Bu çok belirgindir.
Mahkûmiyetin Derinliği
Mahkûmiyetin kendisi ağır olunca, özgürlüğün kendisi de derin olmak durumundadır. İnsan özgürlüğüne dair oluşturulacak değerler dizisi tıpkı milattan önce 4 binli yıllardaki gibi tersine bir çıkışın teori ve pratiği olmaktadır. Rengi, teori ve pratiği ve farklılığı ne olursa olsun tüm kesimleri kapsayan bir çıkış yapılamamıştır.