Bir toplumu var eden, onu bir arada tutan temel güdü kan bağı değil, ortak ideallerdir. Aynı soydan gelmiş olmak, aynı etnisiteye aidiyet duymak bir yere kadar belki toplumu bütün halinde tutmakta faydalı olabilir. Fakat bir süre sonra kesinlikle yetmediği bariz bir şekilde görülür.
İnsan soyu aslında özü itibariyle etnik bağlılığı olan bir toplum değildir. Daha çok pragmatik ve idealist bir öze sahiptir. Yanılsamalı olarak biz toplumu değerlendirirken etnik temelde yapılandırmaya, koşullandırmaya, değerlendirmeye tabii tutuyoruz. Etnik bütünlüğü bile ideolojik temellendirmeyle insana empoze ediyoruz. Kahramanlık hikayeleri, anlı şanlı tarih uydurmaları, tarihsel haksızlıklar gibi toplumun sinir uçlarına değecek konularla toplumu etkileyebiliyoruz.
Lasswell’in meşhur iletişim çıkarsamasında anlattığı “hipodermik şırınga” yöntemiyle toplum aslında daha az ilgi duyduğu ve özünde olmayan bir davranışa yönlendiriliyor. Bu konuda etnisite kavramı ve buna bağlı yüceltme davranışının, hem bireylerin ve hem de o bireylerden oluşan toplumun temel algı ve dayanak noktası olarak kabul edilmesi böylesi bir yanılsamanın sonucudur.
Toplum ortak değerleriyle vardır. Bu ortak değerler de “kültür” olarak tanımlanır. Kültürün çeşitli kodları ve alt dalları vardır. Gelenekler, inançlar, kanunlar, alışkanlıklar ve bir bütün olarak değerler ve davranışlar sistemi kültür ögeleridir. İdeoloji de elbette etnisiteye-milliyetçiliğe dayalıysa bir kültürel koda dönüşür. Ama etnisite-milliyetçilik asla bir tek başına bir kültürel koda dönüşemez. Her zaman yan argümanlara ihtiyaç duyar.
Günümüz ulus devletleri “hipodermik şırınga” yöntemiyle bir arada tutulmuş insan yığınlarından oluşmaktadır. Bu yığınlar yan argümanların etkisi sürdükçe o ulus devletin, milliyetçi yapının bir “tuğla”sı işlevi görürler. Yan argümanların etkisi bittiği anda doğal olan güdülerine dönerler ve işte kültür etkisi orada gerçek niteliğe bürünür.
Toplum başta da belirttiğim gibi ortak ideallerden oluşan bir yapıdır. Ortak ideallerin de temel ögeleri o toplumun kültürel kodlarıdır. Kültürel kodları benimsemiş, içselleştirmiş bireyler toplum yapısının “tuğla”ları olmaz, o yapının kendisi olur. Yapıda adalet, ortak yaşam, nitelikli ve erişilebilir sağlık, eşit paylaşım, demokratik ve parasız eğitim, fırsat eşitliği ve en önemlisi yapıya duyulan “güven” kavramlarının yerli yerinde olması toplumun kendini huzur içinde hissetmesini sağlar. Bu da o toplumu hem ekonomik hem de sosyal açıdan kendini bağlı görmekten haz alacağı bir yapının paydaşı yapar.
Her toplum kendi çıkarlarına ve kültürel kodlarına uyumlu bireyler yetiştirme çabası gösterir. Bu çabada hareket noktasını bilimsel kültür, uygar dünya, evrensel değerler olarak seçenler yanında “kutsal ulus, kutsal devlet, kutsal inanç” olarak seçenler de vardır. Bu iki noktadan hareketle eğitim politikaları ve siyasal yapılarını örgütleyen ülkeleri sınıflandırırsak aradaki farkı bariz bir şekilde görürüz.
Milliyetçilik bir ideoloji değildir, diyor Gellner. Kendini doğuştan ayrıcalıklı hisseden hastalık olarak tanımlar. Kendi seçmediği ulusuyla, devletiyle, inancıyla hareket eden herkesi bu kategoriye sokar. Böylesi sistemlerin yapay düşmanlar üreterek ve uyduruk kahramanlık söylemleriyle toplumu bir arada tutmaya çalıştığını iddia eder. Fakat gün gelir bireylerde bir farkındalık oluşur ve işte o noktada başa çıkılmaz çelişkiler başlar. Gellner, bu tespitlerini Alman toplumu için yapıyor, ama bize de pek yabancı gelmiyor, ne dersiniz!