Vakit akşamüstü oldu mu biri aleve veriyordu sanki göğü. Kızıl bir alev kaplıyordu önce mavi atlası. Üstü gidip geriye sadece akşam kaldığında ise kül olmuş gibi kapkara bir hal alıyordu. Yıldızlar da külün altında inceden hâlâ yanan kıvılcımlar gibi parlıyordu. Sonra derinden bir rüzgar esiyordu kırılmış camlara. Yalnızlık ağıtları yankılanıyordu üç haneli köyümüzde. Yıllardır açılmamış evlerin kapısını bir tek rüzgar gıcırdatıyordu.
Neredeyse dört mevsim boyunca karlı dağlara bakan ve eşsiz bir manzarası olan köyümüz kırlangıçların göç güzergahında da yer alıyordu. Her sene baharda ve hazanda gökyüzünde belirirler ve civardaki ağaçları birden gürültülü bir siyaha bürürlerdi. Bir gece kaldıktan sonra da geldikleri dağlardan başka dağlara doğru yolculuklarına devam ederlerdi. Yıllardır bu duruma şahitlik eden annem artık ne zaman geleceklerini, gideceklerini biliyordu. Bazı zamanlar geciktikleri oluyordu ve "Ne zaman gelecekler acaba?" diye sorduğu oluyordu annemin. Sonra yine beliriyorlardı gökyüzünde ve gelip konuyorlardı civar ağaçlara. Onların dilinde şen bir ötüş annemin gözlerinde yaslı bir ağıt olurdu. Okuma, yazması yoktu annemin ama hüzünlü şiirler okurdum bakışlarından. Birinde şöyle diyordu gözleri.
Geçiyor vakit, değişiyor mevsim
Gitti mi dönüyor kuşlar
Dökülünce yeniden yeşeriyor yapraklar
Benimse dönmüyor gidenlerim
Duruyorum öyle
Duruyor ve diyorum
Keşke bir ağaç olsaydım...