Erkan, “Bir kenti yenilerken orada yaşayanlarla birlikte inşa ederseniz problem olmaz. Ama oranın profili tamamen değişirse, hepsi başka yerlere yerleşmek zorunda kalırsa ve onların yerine de başka insanlar getirilirse Sur’un gerçek tarihsel kimliğini ortadan kaldırmış olursunuz” dedi.
Güvenlik güçleri ile PKK mensupları arasında yaşanan çatışmalar nedeniyle 1990'lı yıllarda köylerinden göç ederek, il ve ilçe merkezlerine sığınan vatandaşlar, son iki yıl içerisinde çatışmaların kırsaldan şehirlere taşınması sonucu evlerini ikinci kez terk etmek zorunda kaldı. Bölgenin bazı ile ve ilçelerinde olduğu gibi Sur İlçesi’nde yaşayan ve çoğunluğu geçmiş yıllardaki çatışmalardan dolayı köyden kente göç eden ailelerin oluşturduğu Sur İlçesi’ndeki yaklaşık 40 bin kişi, çatışmalardan zarar görmemek için evlerini terk etmek zorunda kaldı. Operasyonlar sonrası harabeye dönen Sur’da yasak hala devam ederken, buradan göç eden vatandaşların bazıları akrabalarının yanında, bazıları da kirada oturuyor. Ancak Surlu vatandaşlar evlerine dönmenin umudu içinde. Bizde bölgenin bazı il ve ilçelerinde, Sur’da ve sınırımızın hemen yanındaki Suriye’de yaşan göç olaylarını Dicle Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Rüstem Erkan ile görüştük.
Dicle Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Rüstem Erkan ile Dünya, Türkiye, Ortadoğu ve bölgedeki göç hareketlerini ve göçmen sorununa çözüm yollarını konuştuk.
Dicle Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Rüstem Erkan ile göç konulu yaptığımız röportaj satırbaşlarıyla şöyle:
Dünyadaki göçün kaynağı nedir, insanlar neden göç eder?
‘Göç, insanoğlunun hayatta kalma mücadelesidir’
“Aslında genel olarak göçe baktığımız zaman insanoğlunun belli bir ölçüde hayatta kalma mücadelesidir göç. Yani, bütün canlılarda aslında var olan bir duygudur. Diğer canlılar içgüdüsel olarak göç ederler. Göçmen kuşların göçünün kökeninde yatan nedir, hayatta kalma mücadelesidir. Nerede yaşama şansı daha fazlaysa orada yaşamak istiyor. İnsanoğlu da bu böyledir, yani göç belli bir ölçüde insanoğlunun hayatta kalma mücadelesidir. Bütün göç hareketleri böyledir.
‘Bugün en önemli mesele dünyadaki göç hareketleridir’
İnsanlık tarihi boyunca büyük kavimler göçünden beri baktığımız zaman göç, aslında insanlığın yaşamış olduğu koşullara bir itirazı, ayakta kalma mücadelesidir. Dünyada da baktığımızda aslında bugün en önemli mesele dünyadaki bu göç hareketleridir. Göçün kökenine baktığımız zaman aslında kaynakların eşit olmayan dağılımından meydana gelen bir durumdur. Yani, bugün dünyanın düzenine baktığımız zaman – tabii yüzyıllardır oluşan bir düzen ama – yeryüzünde üretilen ürünlerin, belli merkezlerde toplanıyor, özellikle Avrupa, Amerika gibi. Buna karşın nüfusun büyük çoğunluğu da Afrika, Asya gibi ülkelerde toplanıyor. Şimdi burada müthiş bir dengesizlik var. Dolayısıyla bu göç hareketi dediğimiz şey bu dengesizliğe bir itirazdan kaynaklanıyor.
Yoksunluktan, yoksulluktan varlığa, zenginliğe bir yolculuktur göç, diyebilir miyiz?
Batıda servet doğuda sefalet birikmiş
Bütün doğu toplumlarına baktığımız zaman aslında bu durum doğu toplumlarının kendisinden kaynaklanan bir durum değildir. Büyük ölçüde enerji kaynakları ve diğer taraftan tarım vs. doğu toplumlarında daha fazla gelişmiştir. Türkiye’ye gelmeden bir dünya analizi yapacak olursak; birkaç yüzyıldır oluşan dünya sistemi doğu toplumlarını yoksullaştırmış, zenginlik ise batıda toplanmış durumdadır. Burada insanların artık başka bir şeyi yoktur. Her gün şahit olduğumuz gibi yüzlerce insan gemilerde, botlarla bir yere gitmek için onlarca insanın yaşamını yitirdiğine tanık oluyoruz. Bu aslında bugün var olan dünya sistemindeki adaletsizliğe bir itirazdır. İnsanların mevcut dünya sistemini değiştirecek gücü kalmamış ama tam da bu noktada kendisi zenginliğin olduğu yerlere doğru bir göç olgusunu beraberinde getirmiştir.
Avrupa, Asya ve Afrika kökenli işportacılarla dolmuş
Geçen hafta Avrupa’daydım ama o ülkelere bile baktığımız zaman müthiş ölçüde bir göçmen dramı ile karşılaşıyorsunuz. Kamplar vs. değil ama bütün en alttaki işlerde bir göçmen nüfusun yoğunlaştığını görüyoruz. Bir zamanlar Türkiye’den Avrupa ülkelerine göçün yaşandığı zamanlardaki bir işgücüne ihtiyaç da bugün Avrupa’da yok. Her taraftaki sokak satıcılarına, işportacılara bakıyorsunuz hep Afrika ve Asya kökenli insanlardan oluşmuş. Dolayısıyla dünyadaki bugünkü ekonomik sistem devam ettiği sürece dünya bu göç meselesi ile uzun bir süre uğraşacaktır.
Türkiye’deki göç hareketlerinin nedeni ve zamanlamasını konusunda neler söylemek istersiniz?
‘Bingöl’ün Yedisu ilçesi ile İstanbul’un Şişli ilçesi arasındaki fark 280 kata kadar ulaşmıştır’
Türkiye’ye geldiğimiz zaman Türkiye’nin tarihinde de göç hareketlerinin böyle olduğunu görüyoruz. Türkiye’de göç hareketi ciddi bir şekilde 1950’lerde başlamıştır. Türkiye’de de bölgeler arası, iller arası, ilçeler arası gelişmişlik farkının 200 ila 300 kata ulaşan yerler var. Doğudaki bir ilçe ile batıdaki bir ilçe arasındaki gelişmişlik farkı, örneğin Bingöl’ün Yedisu ilçesi ile İstanbul’un Şişli ilçesi arasındaki fark 280 kata kadar ulaşmıştır. Şimdi bir ülkenin içerisinde böylesine bir gelişmişlik farkı varsa insanlar ister istemez daha gelişmiş yerlere doğru bir göç hareketliliği içinde olacaklardır.
‘İstanbul’da yaşamı kolaylaştıracak hiçbir yol artık kalmıyor’
Böyle bir tablo ülkenin ve bölgelerin sosyo-ekonomik yapısını nasıl etkiliyor. İstanbul’a çok önemli yatırımlar yapılıyor ve bugüne geldiğimizde artık yapılmayan hiçbir şey de kalmamış. Metrolar, tramvaylar, her türlü altyapı, yollar vs. ama İstanbul’un yaşam standartlarını artık daha da yükseltmenin olanağı kalmamış. İstanbul’un yüzölçümü ile neredeyse, bina, otomobil, insan sayısı birbirine yakınlaşıyor. Dolayısıyla İstanbul’da yaşamı kolaylaştıracak hiçbir yol artık kalmıyor. Küçücük bir yüzölçümü ama buna karşın 20 milyona dayanmış bir nüfus. İstanbul’da nüfus yoğunluğu nedeni ile yaşam kalitesi düşüyor, Anadolu’nun birçok yöresinde ise insansızlaşmadan kaynaklı, insan kalmadığından kaynaklı yaşam kalitesi düşüyor. Kentler belli bir büyüklüğe ulaşmadığında o kentin gelişme potansiyeli de olmuyor. Türkiye’nin birçok şehrinde nüfus yüz binin altındadır. Bu tür şehirlerin gelişme potansiyeli ise mümkün değildir. Türkiye’nin şiddet, terör, çatışma ne derseniz deyin bu tür olaylar yaşamasa da ciddi bir göç meselesi vardı ve hala da devam eden bir durumdur. Bunun da kökeninde biraz önce de ifade ettiğim gibi bölgeler, iller, ilçeler arası gelişmişlik farkı vardır. Tabii ki, bu doğal bir süreçle ortaya çıktı, liberalizmin gelişmesiyle beraber sermaye yoğunlaşması belli merkezlerde gerçekleşmesiyle beraber insanlar da o merkezlere akmaya başladılar. Aslında tam da bu noktada devletin bir müdahalesi gerekiyordu. Devletin, gelişmemiş, az gelişmiş, sermaye yoğunlaşmasının az olduğu yerlere dönük ciddi bir yatırım politikası yürütmesi gerekirdi. Yani, yıllardır süren bu göç hareketi tehdidini görüp Anadolu’nun boşalmasına izin vermemeliydi.
Anadolu’nun çeşitli illerinden büyük kentlere bir göç yaşandı ancak bir kent kültürü oluşmadı, bunun altında yatan nedenler nelerdir?
‘Türkiye’deki kentlerin önemli bir sorunu da kentlerdeki bu gettolaşmadır’
Güneydoğu’daki kentlerde nüfus artışının çok olmasından kaynaklı öyle boşalmalar vs. görülmüyor. Ama Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’ya baktığımız zaman büyük ölçüde boşalmış kentler görüyoruz. Bir Kars civarına bakın; Kars, Ardahan, Iğdır, Gümüşhane, Bayburt, Erzincan, Tunceli yörelerine bakın buralar ciddi ölçüde boşalmış. TÜİK rakamlarında bunu çok rahat bir şekilde görebiliyoruz. Kimi illerde vatandaşların doğdukları ilin dışında nüfus yoğunluklarının 5 katına ulaştığını görüyoruz. Bir Karslıya karşın 5 Karslı Kars dışında bir ilde yaşamaktadır. Bu da ülkedeki bütün dengeleri değiştirmektedir. Aslında gidilen yerlerde sosyolojik olarak şu bekleniyordu; 60’lı 70’li yılların kaynaklarına baktığımızda o kentlerde yeni bir insan tipi ortaya çıkacaktı. Göçle gelmiş ama kent kültürüyle bütünleşmiş bir yeni kimlik, bir İstanbullu kültürü ortaya çıkacaktı. Ama Türkiye’de baktığımızda bu da ortaya çıkmadı. Gidilen yerlerde aslında Türkiye sosyolojisine de yabancı bir kavram olan gettolaşmayla karşılaşmaya başladık. Getto kavramı bildiğimiz gibi eskiden Almanya’da Hitler’in Yahudi gettoları ile ortaya çıktı. Yahudiler zorunlu olarak aynı yerde yaşıyordu. Dolayısıyla aynı türden insanların, dini, etnik kimlik, ekonomik durum vs. şeklinde yaşayan insanların olduğu alanlara getto deniyordu. Şimdi Türkiye’deki kentlerin önemli bir sorunu da kentlerdeki bu gettolaşmadır. Ankara, İstanbul gibi büyük kentlerde bir yoksul gettoları ortaya çıkmaya başladı. Bu yoksul gettolar da giderek etnik kimlik ve mezhebe göre ayrılmaya başlıyor. Yani, giderek bir Kürt gettosu, Alevi gettosu, Karadenizli gettosu gibi gettolaşmalar ortaya çıkıyor. Bu da bizim sosyolojik olarak beklediğimiz kentli kimliğin ortaya çıkmasına engel oluyor. Bir İstanbullu kimliği ortaya çıkmıyor, bir hemşeri kimliği ortaya çıkmıyor. Geldikleri yerden bir hemşeri kimliği ortaya çıkıyor. Bu da o bölgeler arasında yeni bir gerilime neden oluyor.
‘Zenginliğe ve gelir düzeyine göre insanlar gettolara ayrılıyor’
Onun dışında aslında kent dediğimiz yerde bir mahalleden söz ediyoruz. Mahallenin sosyolojik karşılığı şudur; farklı türden her türlü insanın bir arada yaşadığı mekândır. Yani, mahallenin çok zengini var, orta gelir gurubundan insanları var, yoksulu var, her türden insan var mahallede ve bu insanlar arasında da belli bir ölçüde bir dayanışma var. Şimdi ise gettolaşma dediğimiz yerlerde ise artık kentin en zenginleri bir yerde yaşıyor. Yani, zenginliğe ve gelir düzeyine göre insanlar gettolara ayrılıyor. Dolayısıyla böyle bir gettolaşma içinde zenginler ile yoksulların bir ortamda karşılaşma olanağı kalmıyor. Farklı gelir grubundaki insanların birbirini görme, dokunma, tanıma ve insanlar arası etkileşim ortadan kalkıyor. Bu da gelecek kuşaklar için önemli bir sorundur. Böyle bir gettolaşma tablosu millet kavramı için dahi çok problemlidir. Çünkü millet dediğinizde zengini, yoksulunun iç içe olması lazım ama burada hiç biri birine dokunmayan birbiri ile aynı mekânı paylaşmayan insanlar… Bir insan İstanbul’da yaşıyor ama hayatının sonuna kadar Sultanbeyli’den başka bir yere gitmiyor. Yine bir zengin de İstanbul’da yaşadığı halde bir Nişantaşı’ndan, Levent’ten Sultanbeyli’ye gitmiyor. Büyük şehirler birbirinden yalıtık insanların yaşadığı bir alana dönüşüyor.
Bölgedeki göç hareketleri normal süreçler sonunda kırsal alanların çözülmesinden çok güvenlik riskinden kaynaklı yaşanan zorunlu göçler şeklinde gelişti. Bunun kent yaşamına ne gibi olumsuz etkileri oldu?
Bölgeden ilk göçler Çukurova’ya oldu
Yine, Diyarbakır’a geldiğimizde de aynı meselede benzer şeylerle karşı karşıya kalıyoruz. Genelde Güneydoğu ya da Diyarbakır Türkiye’deki göç hareketine belli ölçüde daha geç katılmıştır. Yani, Türkiye’deki göç 50’lerde başlamışsa buradaki göç hareketi daha sonraki dönemlerde başlamıştır. Bu da bölgedeki toprak mülkiyetinden kaynaklı bir durumdur. Yani, bildiğimiz o ağalık ya da feodal sistem, tarımda teknoloji gelişene kadar köylülerin göç etmesine fazla izin vermiyordu. Yani, köylü göç ederken bile toprak sahibinden izin alıyordu. Ne zaman ki, köylü emeğine duyulan ihtiyaç azaldıysa, makineleşme artınca o zaman köylüleri göçe teşvik etmeye başladılar. Buradaki köylülerin de ilk ilişki kurdukları yer Çukurova’ydı. Daha önceleri Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak giden köylüler, bu sefer tanıdıkları, bildikleri bu bölgeye göç etmeye başladılar.
‘Diyarbakır’a gelmeyecek insanlar zorunlu göçle Diyarbakır’a gelmeye başladılar’
Tabii 90’lara doğru bölgede yaşanan çatışma, şiddet olayları da belli bir göç dalgasını harekete geçirdi. Ama bu olaylar olmasa bile doğal olarak bu bölgeden bir göç hareketi yaşanacaktı. Ama o dönem baktığımızda beli oranda bir kitlesel göç ile zorunlu göç diye adlandırdığımız bir göçle karşılaşmış olduk. Tabii ki, burada gönüllü göçle, zorunlu göçün sonuçları birbirinden farklı oldu. Gönüllü göç eden insanlarda belli bir hazırlık süreci vardı, gideceği yeri önceden belirliyordu, belli oranda bir sermaye birikimleri vardı vs. Yine gönüllü göçün önemli bir kısmı da bölge dışına oluyordu. Yani, Diyarbakır’ın köyünden göç eden insan Diyarbakır merkezine gelmiyordu. En yakın Adana, Antep ve çoğunlukla da İzmir, İstanbul gibi bölge dışındaki büyük kentlere gidiyorlardı. İnsanlar zorunlu göçü ise geçici olarak düşündükleri için, biran önce köyüne geri döneceklerini düşündükleri için en yakın yerlere göç ettiler. Bölge illeri arasında Diyarbakır ve Van büyük göç almaya başladı. Yani, doğal olarak Diyarbakır’a gelmeyecek insanlar zorunlu göçle Diyarbakır’a gelmeye başladılar. Bakıyoruz, 90’lardan sonra Diyarbakır nüfusu 3 kat artıyor. Buradan baktığımızda Diyarbakır’ın büyük ölçüde göçle oluşmuş bir kente dönüştüğünü görüyoruz. Burada da eski Diyarbakırlı dediğimiz kesim ise göç yol ile batıya gidiyor. Yani, nüfusu 3 katına ulaşan bir Diyarbakır’da Diyarbakır’da 300- 500 yıllık geçmişi olan aileler kalmıyor, başka yere göçüyor ve Diyarbakır’da da kendi ilçelerinden ve çevre illerden zorunlu göçle gelen insanlardan yeni bir şehir oluşuyor. Bu olgu kentleşmede önemli bir problemdir. Yani, Diyarbakır’a gelen bir insan bir kent kültürü ile karşılaşmıyor. Dolayısıyla kent zorunlu göçle gelen insanların oluşturduğu bir mekâna dönüşüyor. Bu durum ise kentleşme, kent kültürü edinme sürecini yavaşlatan bir etkene dönüşmüş oluyor. Onun için de Diyarbakır yıllardır büyük bir travma yaşadı. Yerleşik kültür olmadığı zaman insanların daha çok suça sapan davranışlara eğilimi daha yüksek oluyor. Onun için de Diyarbakır son 30 yılda en problemli dönemini yaşıyor.
Diyarbakır özelinde göç hareketliliğinin handikaplarını biraz daha açar mısınız?
‘Türkiye’nin toplumsal sorunlarının kökeninde göçün yattığını söyleyebiliriz’
Göç dönemleri genelde insanlık tarihinde en hızlı değişmenin olduğu ve en fazla problemin yaşandığı bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Bunu da en çok yaşayan kentlerden biri olan Diyarbakır’da birçok sorunun kökeninde göç olgusu ile karşılaşıyoruz. Bir suç çalışması yapın, göreceksiniz ki, suça karışanların önemli bir bölümü son süreçte göç etmiş olan ailelerden ve insanlardan olacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin toplumsal sorunlarının hatta siyasi sorunlarının kökeninde büyük ölçüde göçün yattığını söyleyebiliriz.
‘Diyarbakır’ın bu yoğun göçü emebilecek bir kapasitesi yoktu’
İstanbul ve İzmir gibi şehirler göç alsa da şehrin potansiyeli belli ölçülerde bu göçü emebiliyor. Buralara göç eden insanlar belli oranda bir istihdam olanağı bulabiliyor. Ama Diyarbakır gibi şehirlere olan yoğun göçü, ne şehrin altyapısı bunu kaldırabilecek düzeydedir ne sanayisi ne de sermaye birikimi açısında bu yoğun göçü kaldırabilecek durumdadır. Dolayısıyla Diyarbakır’ın bu yoğun göçü emebilecek bir kapasitesi yoktu. Bu nedenle göçten Diyarbakır gibi şehirler çok etkilenmiş oldular. Bu kentlere gelen insanların yaşama tutunma olanakları çok azdı. Zaten kırsal kesimlerden gelen insanlardı ve kentle ilgili herhangi bir becerileri, meslekleri yoktu. Tarımla uğraşan, sermaye birikimleri ya yok ya çok az olan insanlar ve iş kurma yetenekleri olmayan insanlar. Dolayısıyla kentlere yığılan bu insanlar büyük bir işsizlikle karşı karşıya kaldılar. Bunu ise kent yoksulluğu diye adlandırdığımız bir kavramla açıklıyoruz. Yoksulluk genelde Türkiye’de daha çok kırsal kesime özgü görünüyordu ama giderek yoksulluk artık kentlerde görülmeye başlandı. Kent ve özellikle de kadın üzerinden kendini göstermeye başladı. Bu ise doğudaki şehirlerin birçoğunda yoksulluk kısır döngüsünü ortaya çıkardı. Yoksulluk kısır döngüsü şudur; insanlar diyelim bugün yoksul, yarın da ya yoksul ve gelecekte de yoksul ve yoksulluktan çıkış ümidi olmayan insanlara yoksulluk kısır döngüsü içine girdi deniyor. Bu da yoksulluk kültürünü yaratıyor. Bu bir toplum için çok tehlikeli bir şey. Yoksulluk kültürü dediğimiz de insanları artık bu durumu özümseyip, içselleştirip yoksulluktan çıkma mücadelesini vermemesi ve ona razı olmasıdır. Dolayısıyla birçok yardım vs. gibi şeyler en çok bölgede ortaya çıkıyor ve sosyal yardımlarla yaşayan bir kitle oluşuyor. Bu durum Türkiye’nin yabancı olduğu bir şeydi. Türkiye’deki insanlar yoksul olsalar da bir süre sonra bu yoksulluktan kurtulma ümitleri vardı. Giderek yoksulluktan çıkma ümidini yitiren bir kitle ile karşı karşıyayız ve bunu sayısı da gittikçe artmaktadır.
Bu tablonun oluşması engellenemez miydi?
‘Çözüm süreci içinde bölgeye belli oranda bir sermaye akışkanlığı yaşandı’
Bölgedeki sermayenin gücü arttırılabilir, bölgeye sermaye akışı gerçekleştirilebilirdi. Ama sermaye için de şöyle bir gerçeklik var, sermaye güvenli ve karlı alanlara akar. Bölgedeki durum ise ortadadır. Çözüm süreci içinde bölgeye belli oranda bir sermaye akışkanlığı yaşandı ama sonrasında yeniden çatışmalı ortama geçişle birlikte bu sermaye akışı da kesintiye uğradı. Burada işadamlarını suçlamamak gerek kim olsa geleceğini güvende görmediği bir alana büyük yatırımlar yapmaz. Dünyada da bu böyledir, güvenlik riski olan ülkelere bakın sermayenin o ülkelerden dışarıya doğru bir akış içerisine girdiği görülür. Burada da hem bölgenin işadamları bölge dışına çıkmaya başladı hem de bölgenin dışındaki işadamlarının bölgeye gelişi kesildi. Her şeyden önce bölgenin güvenli bir hale gelmesi bekleniyor. Eğer bölgede bir sermaye akışkanlığı, bir sermaye yoğunlaşması bekliyorsak bu bölgenin güvenlik koşullarına kavuşmasıyla çok yakından ilişkilidir. Bölge yatırımcılar açısından güvenli bir hale geldikten sonra ancak bölgeye bir sermaye akışından bahsedebiliriz.
Kentlere zorunlu göçün çarpık kentleşmeyle ilişkisi nasıldır?
‘Kamusal alanlar ortadan kalkıyor’
Diyarbakır’da Bağlar örneği var ve burada kentsel planlamadan uzak bir yapılaşma söz konusu. Ama son dönemlerde gördüğümüz gibi Kayapınar bölgesinde bir planlı kentleşme deneyiminden söz edebiliriz. Tabii ki, kentleşme dediğimiz şey sadece çok iyi binaların yapılıyor olması değildir. Kentteki kent kültürünü ortaya çıkaracak bir sosyalleşme alanının da olması lazım. Habermas’ın meşhur bir kavramı vardır, kamusal alan. Kamusal alan bizde biraz devlete ait bir alan olarak kullanılsa da kamusal alan dendiğinde insanların sosyalleştiği, etkileştiği ortak kullanım alanlarıdır. Türkiye’nin bugün birçok kenti ve Diyarbakır da dahil olmak üzere kamusal alanlar ortadan kalkıyor. Yani, insanların birlikte vakit geçirebileceği, birbiriyle etkileşebileceği, oturabileceği, yürüyeceği yerler ortadan kalkıyor. Güvenlikli sitlerle birbirinden ayrılmış insanlar ve kamusal alanın etkileşiminden uzak biri birinden habersiz insanlar. Yoksul mahallesine korkudan kimse giremiyor, oralar kamusal alan olmaktan çıkıyor. Dolayısıyla şehirlerde site içi yaşamlar, sitenin kafesinde vakit geçiren insanlar. Bu tür bir yaşam tarzı şehirleşme kültürünü ortadan kaldıran bir durumdur. Dünyanın da Türkiye’nin de bugün en önemli sorunlarından biri budur.
Kocaman bir İstanbul’da kamusal alan yok!
Türkiye’nin kentlerinde fiziksel bir yenilenme hızla yaşanıyor ama bu fiziksel yenilenme bizim bildiğimiz o kent kültürünü ortadan kaldıran bir durumdur. Kocaman bir İstanbul’da kamusal alan dediğimiz yer büyük ölçüde bir İstiklal Caddesi idi ama şimdi ora da problemli bir hale döndü. Her kesimden insanın gelip yürüdüğü, oturduğu bir alan şimdi ise orası da neredeyse ortadan kalkıyor. Bu da bir kentte ortak yaşam alanının kaldıran bir duruma dönüşüyor.
Diyarbakır’da da baktığımızda insanlar gelir düzeyine göre semtlerde oturmak zorundalar?
‘Ekonomik durum, sınıfsal yapı mekâna yansıyor’
Bir kente girerken yüksek bir yere çıkın ve o kente bir bakın ve o kentin sınıfsal yapısı gün gibi ortaya çıkacaktır. Yani, ekonomik durum, sınıfsal yapı mekâna yansıyor. Bu tehlikeli bir şeydir. Kentlerimiz yeniden ortaçağ kentlerine dönüyor. Ortaçağ kentlerinde zorunlu olarak soylular bir tarafta yaşıyordu, yoksullar başka bir yerde yaşıyordu. Yani, zenginlerle yoksullar arasında bir etkileşim yoktu ve bu da Fransız devrimi ile ortadan kalktı. Ama bugün baktığımız zaman şehre yüksek bir tepeden bakın, şehrin en zenginlerinin nerede, fakirinin nerede, orta gelir gurubundakilerin nerede, yoksulların nerede yaşadıklarını göreceksiniz. Bu durum Diyarbakır için de farklı değildir. Bir de Diyarbakır’daki en önemli tehdit, Diyarbakır’ın şehir merkezinin hızla değişmesidir. Diyarbakır’ın şehir merkezinin değiştirilmesi Diyarbakır’daki en yanlış uygulamalardan biriydi. Türkiye’deki Anadolu şehirlerinin merkezi pek fazla değişmiyor ama Diyarbakır’ın merkezi değişti. Diyarbakır’ın merkezi Ofis’ti ama Ofis giderek çöküntü bir alan dönüşüyor ve bu çok tehlikeli bir durumdur. Yani, Ofis’te olan insanların hepsi başka bir yere taşınıyor, Ofis’teki emlak değeri düşüyor. Ofis, giderek işi gücü olmayanların mekânına dönüşmeye başlıyor. Oysa şehrin merkezi Ofis’tir ve belli bir ölçüde kamusal alandı. Şimdi şehrin merkezini farklı yerlere, çeperlere çektiler. Bence bu durum şehirleşmedeki en yanlış politikalardan biridir. Çok dikkatimi çektiği için söylemek zorundayım, Yenişehir Belediyesini bile Yenişehir’den uzaklaştırdılar. Böyle bir belediyecilik anlayışı olmaz. Belediye dediğiniz bir şehrin merkezinde olur. Yenişehir İlçesinin merkezinden çıkarıp götürüp Forum’un yanında bir yere belediyeyi kurmak demek Yenişehir ilçesini etkisizleştirmek demektir. Bu ciddi bir tehdit demektir. Böylelikle Diyarbakır’da şehrin merkezi büyük ölçüde değişmiş oldu.
Sur’da da bir zorunlu göç yaşandı ve bu göçün halk üzerinde ciddi travmatik etkileri oldu. Siz bu göçü nasıl değerlendiriyorsunuz?
‘Bir kenti yenilerken orada yaşayanlarla birlikte inşa etmek lazım’
Sur aslında 90’lı yıllardaki zorunlu göçten de farklıydı. Aniden bir şehir içindeki çatışmadan kaynaklı olarak, şehir içine hendek kazma, oraya girmeyi engelleme vs. gibi Dolayısıyla Suriçi’nde yaşanan aslında 90’lı yıllardaki zorunlu göçle karşılaştırmak isabetli olmaz. Sur’daki göçü aniden başlayan bir çatışmadan kaçmak gibi düşünmek lazım. Sonuçta Suriçi’nde o eski yaşam ortadan kalkmış oldu ve artık orada yeni bir yapı ortaya çıkıyor. Sur’daki nüfus aslında eskiden kırsal kesimdeki güvensizlik sonucu oradan gelen bir göçle oluşan bir nüfustu ve o insanlar geldikleri yerde ikinci bir travmayla karşı karşıya kaldılar. 90’lı yıllarda çocuk olarak o travmayı yaşayanlar burada geldi yetişkin olarak ikinci bir travma yaşadılar. Tabii Sur’daki yeni inşa süreçleri hakkında pek bir bilgimiz yok. Bir kenti yenilerken orada yaşayanlarla birlikte inşa etmek lazım. O bölgedeki o mahalledekilerin başka yere giderek oraya başka yerden gelen insanların gelip yerleşmesini, yaşamasını sağlayacak mekânlar oluşturulmamalı. Türkiye’deki kentsel dönüşümün en önemli sıkıntılarından biri budur. Kentsel dönüşümde o alanı yeni bir alana dönüştürüyorsunuz. İstanbul’da Sulukule, Tarlabaşı vs. gibi yerlerde yaşanan da aynıdır. Yani, kentsel dönüşümün olduğu alandaki yeniliklerden, ranttan orada yaşayan insanların da yararlanması gerekiyor. Suriçi’nde yapılan kentsel yenilenme orada yaşayan insanlarla birlikte, onların tekrar orada yaşayacağı şekilde inşa edilirse bu çok problemli olmaz. Ama oranın profili tamamen değişirse, hepsi başka yerlere yerleşmek zorunda kalırsa ve onların yerine de başka insanlar getirilirse fiziksel olarak oraya bir Sur diyebilirsiniz ama o Sur’un gerçek tarihsel kimliğini vs. ortadan kaldırmış olursunuz. Sur’daki yenilenme ile Sur’da eskisi kadar konut sayısı olmayacağını göz önünde bulundurarak Sur’da eskisi kadar bir nüfusun olmayacağını söylemek mümkündür. Sur’da ortaya çıkan konut türünün eskiden Sur’da yaşayanlara göre olmadığı da işin bir başka yanı. Çünkü daha üst gelir gurubuna yönelik olarak konutlar yapılacak ya da daha çok turizme dönük bir alana dönüşecek. Sur’un eski hali de çok problemliydi ve Sur’un mutlaka yenilenmesi gerekiyordu. Ama tabii ki, böyle olmamalıydı. Sur’un inşaat stokuna baktığımızda tarihi eserlerin üzerine konut inşa etme vs. gibi birçok derme çatma yapı ile karşı karşıyaydık.
Sur’a dönüş umutları kırılan Sur sakinleri yerleşmek zorunda kaldıkları yeni alanlara uyum sağlayabilecekler mi ya da oralarda nasıl sorunlar onları bekleyecek?
‘İnsanımızın geleneksel dayanışma refleksleri hala yüksektir’
Aslında bizim insanımızın güçlü yanlarından biri de tüm bu yaşadıklarına rağmen çok ciddi sorunlarla karılaşmadık. Yani, gittikleri yerlere uyum sağlama konusunda çok ciddi problemler yaşamadılar gibi görünüyor. Demek ki, insanımızın geleneksel dayanışma refleksleri hala yüksektir. Başka yerdeki akrabalarından belli ölçüde bir yardım alabiliyorlar. Ayrıca insanımızın zorluklar karşısındaki direnme gücünü de görmek gerekir. İnsanlarımızı sürekli olarak bir göçe maruz kalmalarına rağmen öyle çok fazla suça, şiddete yönelmediler. Tarihsel olarak da baktığımızda insanımızın vicdani ve insani yönünün çok güçlü olduğunu görüyorum. İnsanlarımızda bir dayanma gücü var gibi görünüyor ama bunu da sorun çıkmıyor biz böyle devam edelim demek yerine bu insanların her türlü sorununu hızla çözmek daha yararlı olur diye düşünüyorum.
Son yıllarda Suriye’de yaşanan iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan milyonlarca Suriyeli göçmen var. Suriyeli mültecilerin ülkemizde yaşadığı sorunlara dair ne söylemek istersiniz?
‘Türkiye’nin en alttakileri Suriyeliler oldu’
Aslında Türkiye’de de bölgede de yaşadığımız sorunların önemli bir kısmı Suriye ile ilişkili. Belki de çözüm sürecinin çok sağlıklı yürümemesinin, çözümün beklendiği gibi sonlanmamasının nedeni büyük ölçüde de Suriye’deki çatışmalarla ilgili görünüyor. Önce Suriye’de bir çatışma başladı ve ondan sonra Türkiye’deki süreç bundan etkilenmiş oldu. Bir ülkede 3 milyondan fazla bir insan kitlesi ve bunun önemli bir kısmı da kamplar dışında. Bakın yaklaşık 4 milyon Suriyeli mülteciden bahsediyoruz; Almanya’daki Türkiyeli göçmen sayısı kadardır bu sayı. Ancak Almanya’da bu sayı 60 yıllık bir zaman dilimi içerisinde gerçekleşti. Almanya’ya giden 3 milyonu aşkın Türkiyeli nüfus aynı zamanda oraya çalışmak için giden ve belli alanlarda istihdam edilen insanlardır. Almanya bu durumu zaman zaman bir problem olarak bile görebiliyor. Bizim ülkemizde ise 5- 6 senede savaştan kaçıp gelen 4 milyon insandan bahsediyoruz. Bu aslında bir yerde de Türkiye’nin gücünü de gösteriyor. Bu kadar insanı 5 senedir ülke içinde tutmak, Türkiye’nin hem insan gücünü hem de devletinin gücünü gösteriyor. Suriye’deki savaştan kaçıp gelen ve sığınmak zorunda kalan insanlar aynı zamanda yaşadıkları ülkede belli bir yaşamı olan insanlardı. Şimdi Türkiye’ye geldiler ve Türkiye’nin en alttakileri konumuna düştüler. Almanya’nın en alttakileri bir zamanlar bizim oradaki insanlarımızdı, şimdi ise Türkiye’nin en alttakileri Suriyeliler oldu. Suriye’deki sosyo-ekonomik konumu ne olursa olsun, Türkiye’ye geldikten sonra buranın en alttakileri konumuna düşmüş oldular. Elbette ki bu durumdan yaralanan bir kitle var Türkiye’de, ucuz işgücü olarak. Hiçbir sosyal güvencesi olmadan çalıştırabilecekleri bir iş gücü. Bunun dışında belli bir sermaye ile gelen Halep zenginleri de vardı. Tam da bu noktada Suriye’den gelenlerle belli bir rekabet ortamı yaşanmaya başlandığı zaman asıl gerginlik o zaman ortaya çıkar. Bugün belli bir ölçüde ucuz emek gücünden yararlananlar, yarın o insanlar iş kurmaya ve rakip olmaya başladığı zaman Türkiye’nin birçok şehrinde gerginlikler o zaman ortaya çıkar. Onun için Suriye meselesinin biran önce çözülmesi gerekiyor. Suriyelilerin uzun süre Türkiye’de kalmasına dönük politikaların çok da doğru olmadığını düşünüyorum. Tabii ki, Suriye’deki can güvenlikleri olmadığı sürece Suriyeli mültecilerin ülkemizde kalmasına kimsenin diyecek bir şeyi olamaz. Dünyanın neresinde olursa olsun bu tutum insanlık vicdanının bir gereğidir. Onun için bütün politikanın Suriye’de savaşın bitip güvenliğin sağlanması ve güvenlik sağlandıktan sonra da belli bir politika çerçevesinde bu insanların gelmiş olduğu ülkeye dönüşünü sağlamaktır diye düşünüyorum. Aksi halde gelecekte önemli sorunlarla, göçmen sorunlarıyla karşılaşabiliriz.
Suriye meselesinin yakın zamanda çözülebileceğine ihtimal veriyor musunuz?
‘Türkiye’deki Suriyeli nüfus belli ölçüde geri dönmeye başlayacaktır’
Ben Suriye sorununun belli bir çözüm yoluna girmeye başladığını düşünüyorum. Bütün savaşlar aslında öyledir, 4-5 seneden sonra sürdürülebilir değildir. Birinci dünya savaşı, ikinci dünya savaşları dahi böyle olmuştur. Suriye savaşı da büyük ölçüde sınırına ulaşmıştır. Lübnan iç savaşı da öyle olmuştur. Yani, zirveyi gördü ve artık oradaki şiddet ortamı giderek etkisini yitirmeye başlayacak. Tabii ki, öyle hızla güllük gülistanlık olacak da değildir. Türkiye’deki Suriyeli nüfus da belli ölçüde geri dönmeye başlayacaktır. Ama burada kalanlarla ilgili de devletin ciddi bir politikasının olması lazım. İnsanları sürekli olarak kamplarda tutamazsınız. Bir milyon insan yıllarca kamp içinde tutulamaz.
Vatandaşlık meselesi bir dönem gündeme gelmişti?
‘En önemli politika geriye dönüşü sağlayabilmek olmalı’
Öyle tüm Suriyelilere vatandaşlık verilmesi diye bir şey söz konusu değil. Zaten şuan için verilen vatandaşlık konusu da belli kriterlere tabidir, meslek sahibi olmak vs. Ayrıca bir başka husus, Suriyelilerin yerleştirilecekleri yerlerin de çok iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Yerleştirildikleri yerlerde yeni sorunlara yol açma riskleri de göz önünde bulundurulmalıdır. Kendi hallerine bırakıldıklarında da belli bölgelerde durmayacaklar. Mesela şuan Bursa ve İzmir’e ciddi bir yönelimleri var. Şimdi birkaç milyon insanı ege bölgesine yerleştirmeye kalkarsanız orada da ciddi gerginlikler ortaya çıkar. Bir bölgenin çok yabancı olduğu bir kültür ortamından gelen insanlarla karşılaşması da zor olur. Bu da tabii ki, öyle eğitimle vs. ile olacak şey değil. Bir ülkenin 3-5 milyon insanı öyle hemen kabul etmesi de kolay bir süreç değil. Bence en önemli politika büyük bir kısmının geriye dönüşünü sağlayabilmek olmalı. Türkiye de yarım milyona yakın bir mülteci kalırsa bu öyle büyük bir soruna neden olmaz. Ama bu gelmiş olanların hepsinin Türkiye’de kalmasına dönük bir politika geliştirmek de çok doğru değil diye düşünüyorum.
Özellikle Alevi nüfusun yoğun olarak yaşadığı yerlere Suriyeli mültecilerin yerleştirilmesi gündeme geldiğinde ciddi tepkilere konu olmuştu?
‘En doğrusu o şehirde yaşayan insanlarla karar almaktır’
Birçok yerde Suriyeli mülteciler için kamplar var. Kamplardan ziyade yerleştirildikleri alanlara dönük olarak konuşuyorum. Tabii ki, Suriyeli göçmenlerin sürekli yerleştirilecekleri yerler seçilirken orada yaşayan insanların rızası alınmalı. Gelecekte herhangi bir gerginlikle karşılaşılmaması için neresi olursa olsun; Karadeniz’e de Maraş’a da yerleştirilirse yerleştirilsin, o yerleştirilecekleri bölgelerdeki bir rızası mutlaka alınmalı. Günümüzde artık, ‘ben doğru karar verdim bunu yapıyorum’ yönetim anlayışı doğru değildir. En doğrusu o şehirde yaşayan insanlarla karar almaktır. Karar alama süreçlerine oradaki insanların hepsini katmak, yerleştireceğin insanların da görüşünü almak lazım. Sen Suriyelisin ben seni şuraya yerleştiriyorum demek de doğru değil. Bu bölgeye zamanında Selanik göçmenleri, Bulgar göçmenleri yerleştirildi ama bunların hiç biri bölgede kalmadı. Yani, o mübadele süreci içerisinde getirilmiş, iskân edilmiş ama süreç içerisinde o insanlar buraları terk etmişler. Çünkü Balkan insanlarının dokusuna göre bir yer değil buralar. Bir süre sonra bu insanlar buradaki evini, yerini yurdunu terk edip Bursa’ya gittiler. Onun için yerleşen insanın da kendi doğal ortamına, bugüne kadar yaşadığı alana uygun olacak ki, gittiği yerdeki insanla da bütünleşmesini sağlayabilsin.
Başlarken göç sorununu sistemin kendisinin ürettiğini belirttiniz, eğer bu sisteme içkin bir sorun ise kaynağını sistemden alıyorsa ve bu sistem de devam ediyorsa göç sorunu nasıl çözülecek?
‘Çözüm, insanların olduğu yerdeki refah düzeyini arttırmaktan geçiyor’
Valla dünya ekonomik sistemi böyle devam ederse dünya daha uzun bir süre göç sorunu ile yüz yüze kalacaktır. Mesele sade Suriye meselesi değil. Dünya’daki nüfus artışına bir bakın, Asya’daki, Afrika’daki nüfus artışına bir bakın bir de Avrupa’daki nüfus artışına bakın. Asya ve Afrika bu nüfusu kendi içerisinde tutamaz. Dolayısıyla dünyanın zenginliklerini doğuya, nüfusun yoğun olduğu yerlere doğru kaydırma zorunluluğu var. Bu kaçınılmazdır. Yoksa çok daha ciddi sorunlarla karşılaşacaklar. Bütün küreselleşme karşıtlarının derdi de budur. Bütün sermayenin, zenginliklerin belli merkezlerde toplanması sürdürebilir değildir. Bıçak kemiğe dayandığında ‘Kavimler göçü’ gibi insanlar kitleler halinde bir yerlere gidecektir. Çözüm, insanların olduğu yerdeki refah düzeyini arttırmaktan geçiyor. Bu da dünya ekonomik politikasının yeniden gözden geçirilmesini gerektiriyor. Ya bütün yoksul ülkeler kendi sömürülmelerine itiraz edecekler ve sömürüyü engelleyecek politikalar oluşturacaklar ya da sömürenler de bunun böyle gitmeyeceğini görüp kendilerini tehdit ettiğini de anlayıp daha insani bir sisteme doğru gitmek zorundadır.
‘Şu durumda zenginler de zengin ülkeler de güvende değil’
Şuan kapitalizm dışı bir sistem zor görünüyor ama kapitalizmin mutlaka insanileşmesi gerekiyor. Avrupa’da sosyal devlet böyle ortaya çıktı. Şuan ki mesele aslında büyük ölçüde sosyal devletin de ortadan kalmasının sonucudur. Bundan 30 yıl önce Avrupa’da sosyal bir devlet vardı ve sosyal adalet en önemli kavramlardan biriydi. Şimdi ise giderek bu ortadan kalkmaya başlıyor. Adına ne derseniz deyin daha insani daha vicdani bir modeli oluşturmak gerekiyor. Bunun kapitalizm dışı olması gerekmiyor ama sistem kendi içerisinde yoksulluğu, işsizliği önleyecek politikalar geliştirmelidir. Şu durumda zenginler de zengin ülkeler de güvende değil. Şuan ki bu göç dalgasında Avrupa ülkeleri güvende mi, en önemli gündem maddeleri göç değil mi? Bundan kurtulmanın yolu sınırlara duvar örmek değildir. Göç eden insanlar hangi ülkeden geliyorsa o ülkedeki sorunların giderilmesi gerekir. Bugün Avrupa’nın, Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin güvenliği kendi içerisinde değildir, güvenlik ya Afrika’da ya Suriye’de ya Türkiye’de ya İran’da başlıyor. Bu ülkeler huzur ve güven içinde olursa ancak kendileri de güvende olurlar.”
Ali Abbas Yılmaz / Özel