Su kadar sevdiğim Peri’nin kadim yoldaşı, zor zamanlarımda Cemine sığındığım Dersim’in bildiğim en aykırı, belki de en inatçı, kendi olabilmiş, kendi yoluna gidebilmiş dağı Sülbüs’ün ötesi güzelim Cîwarik, suyun toprağına nefes, güneşin ise insanına can olduğu köy, dört bir yanı kuşatılmış evrenimizin “bir hırka bir lokma” yaşayan gece yolcularının vakitsiz vurup geçtiği, sonu gelmeyen gecelerime aydınlık veren yıldızların bir bir kayıp gittiği ülkem, her vakit özlemine yandığım tanrıçam. Gözlerimi alamıyorum, dalıp gidiyorum dört bir yanı ardı sıra yükselen dağlarla, birbirini kesen derin vadilerle, ucu bucağı olmayan yaylalarla çevrili, her mevsim kendine yeten, her döngüde üzerindeki canlara, börtü böceğe, kurda kuşa, kelebeğe, çiçeğe, arıya, adını bildiğim bilmediğim her canlıya, hatta her cansıza kendinden veren, bildiğimiz bilmediğimiz varını, yokunu kendinden olduran, her dem umut, her dem nazenin yaşayan vadinin göz bebeği, can Dersim’in gelini, “kilidi kayıp” dağların ruhu kızların, oğulların tapınağı…
*
Arkamda Sülbüs, önüm Cîwarik, Hormekli bilge adam Bertal Bey’i, Kürtlerin Che Guevara’sı Doktor Şivan’ı düşlüyorum ona bakarken. Vakti gelmeden, dostu dost, düşmanı düşman bellemeden, kim bilir belki de dost postuna bürünmüş düzenbazların ölümcül tuzaklarını akıl edemeden çoluk çocuk, eş dost, tam tamına elli beş can, illa ki özgür yaşamın fedai yoldaşları olarak sırt sırta verip çıktıkları son yolculuklarına, yürekleri bittik madrabazların yalancı rüzgarına kapılıp gitmelerine, zamansız kırılmalarına hayıflanıyorum. Her bir Kürt kadar saftirik, ülkemin aşk hakikatiyle yanıp tutuşan her bir derviş kadar hesapsız, şairi kurşuna dizilmiş her bir yaralı şiir kadar yaşama tutkulu, ölümden büyük gülistanî her bir savaşçı kadar korkusuz hallerine, sonu gelmeyen zamansız yenilgilerine yanıp duruyorum. Bir de sana yanıyorum. Senin el alemin sırtlan surat itini, kopuğunu yoluna dost, yüreğine sığınak belleyen akılsızlık hallerine de yanıyorum gülistanım, beni yalnızlığımın sığınağı Fertûl’a emanet bırakan gül yüzlüm…
*
Sağa vurdun mu Sarıyayla’ya, hiç durmadan yol aldın mı şimdi sessiz, şimdi hüzün deryası, hayallerimin kör dengbêj Siltanê Reş’in sesine kapılıp gittiğim Karagöl’e, Dersim’in kendi haline terk edilmiş cennetine, adı, anlatısı unutulmuş, baş gözesi tıkanmış, şimdi virane ziyaretgaha kadar gidersin. Daha bir sağa, daha bir doğuya saptın mı bin bir hikayenin sığınağı, zamane anlatıcıların yolunu bekleyen henüz gün yüzüne çıkmamış efsanelerin vadisi ta Kızılmescid’e varırsın, gözcü yıldızlar sana yol gösterecektir, biliyorsun. Tanrı güneşin yoldaşı Ali İhsan’ımızın yaşam pusulası, her bir yanı sen kokulu, her bir anı senden bana hatıra Sülbüs’ün yoluna gitmeye yeminli sırdaşım, her mevsim karlı, her dem dumanlı Bağır Paşa, kadim koçerlerin her ilkyazının ilk yayla gününde onuruna halaya durduğu, büyüleyen asaletine söz kurduğu dağım, seni büyük bir aşkla bekliyor olacak, bunu da biliyorsun. Her şafak vakti bitmek bilmeyen bir sabırla, bir inatla seni beklediğim gibi. Biliyorum, daha gencecik ve bir başına, son nefesine kadar vuruşa vuruşa can olduğun, her bir evi yangın yeri, her bir bedeni ateşten, sonsuza kadar bitmeyecek, bilmem kaç kuşak, kaç kavim boyunca anlatılacak hikayenin, hikayemizin hüznüne kül olduğum, öldüğüm acılı Pergini’nin aşılmaz kudretisin, Behdînî kadınlara, çocuklara can olmuş hala kayıp, hala bilinmezliğimizin yolcusu efsane doktorun, illa ki güneşin izinde yürüyen isimsiz kahramanımsın, nasıl unuturum seni, nasıl geçip giderim seni, gülistanım. Sen söyle…