*
Sonbahar, su kadar sevdiğim bir mevsim, beni alıp götüren yeşilli, sarılı, morlu, illa ki kan kırmızılı renklerini yaşarken kurdu, kuşu, börtü böceği, çiçeği umursamadan kendi yoluna giden inatçı kara kışa sürüklendiğimi bilmek ne kötü. Onu bildiğimden, kırıp geçiren öfkesini bellediğimden bu yana, hemen her yıl, üstelik tam da vaktinde, gününü şaşmadan kapıya dayanan fırtınaya, kendi yoluma gitmeme aman vermeyen tipiye sürüklendiğimi bilsem de su kadar saf çocuk yüreğime kurulmuş öldürücü tuzağı umursamadım hiç, bir an olsun soğuk oyunlarına teslim olmadım, boyun eğmedim. Ya kahramanım Şeyh Şerif’in sırtını verdiği Ko Spî’den, en çok da Omerê Yem’in efsane yoldaşı Yadin Paşa’nın son sığınağı Birklên’den antik zamanlardan bu yana taşı, toprağı yara yara vurup gelen Dicle suyunun can olduğu Zixir’da, ya Komageneli bilge rahiplerin kutsanmış destansı hikayelerini gizlice Fırat’a fısıldayan güzelim Mûskan’da, veya ilk Babil’in kayıp bahçelerine can olmuş sahi cennetim, her mevsimin, her rengin, her sesin, illa ki güneşimin yoldaşı ölümsüz aşıkların yol aldığı, sonsuzluğuna vurup gittiği Geliyê Godernê’de, yüreğimin saklı cenneti Hewsel’de uğurlarım her sonbaharımı, bir başıma…
*
Evet, her sonbaharını kendimce uğurlarım, derin vadilerine dalıp giderken her mevsimine bittiğim gülistanımın, yalanından bıktığım, iki yüzlülüğüne el aman ettiğim sahte tanrıların, baştan çıkartıcı oyunbaz tanrıçaların hilelerinden, sonu gelmeyen yalanlarından uzak, kendimce. Biliyorum, derin, dipsiz karanlık kuyusuna hapis her ömür, her yaşanmışlık sevimsizdir, lanetlidir, kötücüldür, gün yüzüne yabancıdır, her anı sıradanlaşmış birer sömürge alanıdır, en kötüsü her mevsimin, illa ki sonbaharın renklerine kördür. Öyle olsa da inadına, sırtımı verdiğim dağlara vurgun bilge çobanların, çocuk aklımla her şafak vaktinde yolunu gözlediğim zamane “bir lokma, bir hırka” yaşayan, her daim sonbaharlarıma can olmuş gül yüzlü dervişlerin muhteşem gelişini sabırla bekleyeceğim, bugün olmasa da yarın, yada öbür gün çat kapı geleceklerini biliyorum, giydiğim ilk ayakkabılarımın kahramanı, yaban ellerinde geçirdiği sonbaharını İbrahim Paşayê Milî’nin büyük yenilgisine hayıflanarak geçiren, illegal devrimci buluşmalarımızın koruyucu meleği, huysuz babaannem Bela Reşo’nun aklımı çelen İbrahimi kehanetlerinden eminim, gelecekler…
*
En sevdiğim, sonsuzluğuma uğurlanırken gölgesi sığınağım olsun istediğim çınarın kızıl renginin hayat bulduğu, karanlığımda kayıp giden yıldızım Dicle’nin, olmadı Fırat’ın suyu ile vedalaşmak, belki de son bir defa daha kendi sonbaharımı yaşamak isterdim. Bir gece vakti, kadim aşkların diyarı Diyarbekir’in, bana göre en puslu geçecek olan sonbaharına birkaç gün kala, belki de en acılı zamanlarına sessizce hazırlanırken hüznünü umarsızca yaşayan Hewsel’in al benili renklerine aldırış etmeden yürekleri öfke dolu gencecik yiğit kadınların, güneşi doğuran emekçi anaların kendinden vermeye küsmüş, suya, güneşe kırılmış toprağa can oldukları, en değme kırıkların bile Sur diplerini can havliyle terk ettikleri, hele o yaşlı dut ağaçlarının boynu bükük bir halde gölge ettikleri daracık ölüm sessizliğindeki kuçelere çekildikleri zifiri geceyi, acilde zamansız can almaya gelen düzenbaz Azraile diklenen Burhan’ın başında beni sıkboğaz eden korkularımı yendiğim, gül yüzlü Hebûn’u Alipar’a uğurladığım o anı, o en çekilmez hüzünlü ilk sonbaharımı uğurlarken nasıl unutabilirim ki seni, söyle. Bileyim…