Önceki geceden sabaha, sisler arasından baktım Diyarbakır’a. Gece oturduğum odanın penceresinden baktım, sabah içinden geçtim, içime çektim SİS’ten dumanı. Her nedense Tevfik Fikret’in ‘SİS’ şiiri ve İstanbul geldi aklıma.
Tevfik Fikret, Abdülhamit'in istibdat yönetimi altındaki dış dünya ile derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisinde bulunan kendi iç dünyasını birleştirerek ''Sis'' şiirini yazar.
’Sis’’ şiirinde İstanbul’da Bizans döneminden o güne kadar işlenen zulüm ve kanlı eylemler vardır. Ancak, İstanbul hakkındaki nefret dolu dizelerinin büyük bir kısmı Abdülhamid idaresindeki dönemine aittir. Fikret, şehri de bu idarenin bir işbirlikçisi gözüyle görür. Bu güzel şehirde hiçbir güzel şey yoktur. Her şey bir karabasan idarenin yardımcısı mekânlardır. Bütün tarihi eserler şiirde birer fenalık mekânları gibidir.
Tevfik Fikret evinde (Aşiyan) Abdülhamit’in polislerince göz hapsindedir. İstanbul’da Şubat ayıdır. İstanbul’un üzerinde yoğun bir sis tabakası vardır. Tevfik Fikret İstanbul’un üstüne çökmüş yoğun sis ile kendi içindeki sisin arasında sıkışır. Fikret duygularını işte bu ‘’Sis’’ şiiriyle dışa vurur.
Diyarbakır’daki SİS, birden Tevfik Fikret’i ve İstanbul’u anımsattı. Farklı bir yazı olsun istedim. Bizans-Osmanlı’nın son dönemi, İstanbul-Cumhuriyetin birinci ve ikinci yüzyılını birbirine bağlayan zamanlar-Türkiye-Diyarbakır; uzun mesafeli bir bağlantı oldu, ancak, zulüm, baskı, zorbalık hiç bitmedi.
Sisler şeffaf!
Görüyoruz, kentteki hırsızı, arsızı, yaramazı.
Sisler arasından bakıyorum Diyarbakır’a.
Tevfik Fikret’te olduğu gibi, dışarıdaki yoğun sis ile kendi sis’imiz arasında sıkışmış olduğumuza kanaat getiriyorum; en azından kendim için…Öyle düşünüyorum…
Şiir yeteneğim de yok, o zaman Tevfik Fikret’e başvurmak gerekir.
Dünyayı yeniden keşfetmek gibi bir niyetim de yok.
Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kraliçesi!
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
sefahate susamış bağrında yaşatan.
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kraliçesi!
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
sefahate susamış bağrında yaşatan.
(Sadece kısa bir bölüm)
Üstat zaten keşfetmiş, yazmış; Bin 500 yüz yıl önce de, 200 yıl önce de, şimdi ki yüzyılda da değişen çok şey yok, zulüm, baskı, zorbalık adına. Oyun aynı, sahne aynı, değişen sadece oyuncular.
Sis, öğleden sonra teslim oldu güneşe, terk etti kenti. Diyarbakır akşama kadar çok aydınlıktı, gözümüzü nurlandırdı, gönlümüzü ısıttı.