Şiir, gidecek olsa, haber vermeden gidecektir, onu biliyorum, yaşadım. Muhtemelen şafak vaktinde, tam gün doğumunda, onu özlemle bekleyen güneşinin yoldaşı olarak gidecektir, geride bırakacaklarını umursamadan, yaşayacaklarını dert etmeden, bir ömür üzerine titremiş şairine yaramaz bir çocuk gibi göz ederek, öyle kendince, bellediği gibi, istediği gibi gidecektir. Dedim ya onu biliyorum, gidecek, daha önce gittiği gibi, çekip gidenler gibi, vaktinden önce, belki de sonra yazılmış olanlar gibi ve şiirce. Nasıl gidecek, ne zaman gidecek, onu bilemiyorum, kestiremiyorum, şiir bu, üstelik su kadar sevdiğim bir şiir, şairinin asık suratına gül olmuş bir şiir, biliyorum gidişi başka olacak, olsun. Kestirebilsem de yazmayacağım yüreğimin firarisi olacağı zamanı, kendi yoluna kanatlanacağı zamanı, aşkla hazırlandığı anı, hayaline kapılacağı o günü, o anı, asla açık etmeyeceğim, hiç mi hiç kimseye anlatmayacağım, ip ucu bile vermeyeceğim. Ona, şiire olan saygım gereği…
*
*
Yok, Türkçe şiir yazamadığımdan değil, hele kendimi idare edebildiğim, etmeye çalıştığım bu dile olan tepkimden hiç değil, olamaz da. Öyle bir an gelir ki, öyle duygular yüklenir ki insanın yüreğine, içinde kopan tufanı anadilinden başka hiçbir bir dille yazamazsın. Başka bir dille nasıl, “Wekî dilopên kaniya dildarên çiyê…” diyebilirim ki. Diyemem. Dahası, şiirce aklından akıp gitse bile sözlerin, büyüsüne kapılıp gitsen bile duygularının, kaybolduğun çölde bulduğun su kadar sevsen bile hikayeni, yine yazamazsın şiirini, başka bir dille. Belki de yazabildiğini sanırsın, ama değil. Şiir zannettiğin defterindeki bir hiçe, sonu gelmeyen koca bir boşluğa baka kalırsın. Benim gibi, sen de yaşadıklarınla var olursun kuşkusuz, seni sen eden, sana can olan annenden kaptığın, bellediğin, içinden bir başka güzel duyumsadığın ahengi, müzik tadındaki dilinle. Bir de senden gayrı hiç kimsenin kadrine erişemeyeceği nazenin sırrınla, dokunulmaz anınla kalırsın, o kadar. Hele sana vakitsiz, kestiremediğin bir vakitte gidecek olanı hiç yazamazsın, çünkü ne gideceği yeri, nede gidişini hissedebilirsin o zaman, hele yaşadığı, yaşayacağı dil senin dilin değil ise…
*
Şiir andır, kendinden verdiğindir, bir anlamıyla da kendin olabilme halindir, tutkundur, dahası özgürlüğüne gebe kalmış kaosundur, hayal ettiğindir, şairin kendisidir. Ne zaman, nasıl, kime, niçin gideceğini bilemez, patlama anını ise hiç bilemez, şaircedir. Kendi yoluna gitmesine saygı göstermenin dışında ne yapabilir ki, nasıl diklenebilir ki şair, kendisi olabilmiş şiirine. Diyorlar ya ki ben de demişimdir, “Kafasına koymuşsa gider…” Şiir tam da öyledir, kafasına koyduğuna gider, ait olmaya karar verdiğine varır, ne yapsa da şairi engel olamaz ona, tanrıçasına, şiirine. Şiirin özgürlüğüne gidişi böyle olsa gerek, şairinin tutkusuna takılıp kalmamak gibi, defterindeki mahpusluğa boyun eğmemek gibi, gitmek gibi, hep gitmek gibi, onu bekleyen Tanrı’sına uçmak gibi…