Şeyh Said olayı, yakın tarihimizde gerçekleşen bir olay olmasına rağmen bugüne kadar doğru bir bakış açısıyla bir türlü yazılıp anlaşılamayan tartışmalı bir konu olmuştur.
Tarih; tarafsız olması gereken bir bilim dalıdır. Tarafsız olamayan bir tarih, geleceğe ancak çözümlenememiş bir geçmiş bırakır.
Ayaklanma ile ilgili çözümlenememiş konuların başında hareketin temelinde dini duyguların mı, yoksa etnik unsurların mı yer aldığı konusudur.
Şeyh Said dini esaslara dayalı bir devlet mi yoksa bağımsız bir Kürt devleti kurmak için mi harekete geçti?
Veya zamanlama olarak Musul meselesine denk gelen olay uzun süren bir hazırlık aşamasından sonra planlı bir şekilde mi başladı, yoksa dönemin siyasi gelişmelerine karşı oluşan tepki ile birdenbire mi ortaya çıktı?
Olayda İngiltere’nin rolü var mıydı?
Bu ve benzeri onlarca soru’nun cevabını bulmaya çalışırken ortaya çıkan tartışmalar hamasetten öteye geçememektedir maalesef.
Zira tarihi olayların gerçekliğini tarafsız bir şekilde ortaya koymak ancak belge ve kaynak sunmak ile mümkündür.
Bugüne kadar Şeyh Said hareketi ve sonrasında gerçekleşen yargılama süreci, istiklal mahkemeleri tutanak ve ifadeleri, yüzleştirme tutanakları, savunma ve süreçle ilgili tüm arşivlerin açıklanmamış olması konu ile ilgili doğru ve net bir bakış açısının oluşması önünde en büyük engeldir aslında.
Türk siyasal hayatı, tarihi süreç içerisinde isyanlar, ekonomik çıkmazlar, hükümet krizleri, güçsüz koalisyon hükümetleri, darbeler ve darbe teşebbüsleri gibi olumsuz olarak nitelendirilebilecek pek çok sancılı dönem yaşanmıştır. Şeyh Sait İsyanı, bu olumsuzlukların bir örneği olarak Cumhuriyetin henüz kuruluş yıllarında hükümete karşı ortaya çıkmış bir tepki hareketidir.
Toplumsal yapı üzerinde ciddi bir etkisi bulunan dini şahsiyetlerin önderliğinde ortaya çıkan bu tepki hareketinin iç ve dış politikada amacının ötesinde birtakım sonuçlar ortaya çıkardığı muhakkaktır.
Hareket Diyarbakır, Muş, Erzincan ve Elazığ bölgelerinde başlamış kısa sürede Mardin, Tunceli, Urfa, Siirt, Bitlis, Van ve Hakkâri bölgelerine yayılmıştır.
Şeyh Sait ayaklanmasını irdelerken dönemin sosyolojik koşullarının iyi değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bölgede feodal düzen şeyhler ve ağaların önderliğiyle yürütülüyordu. Şeyhler dinsel önder, ağalar ise toprak sahibi feodal güçlerdi.
Öncelikle Hilafetin kaldırılması tüm kesimleri ve toplumu bir arada tutan dini simgeyi yok etmişti. Bunun yanında hükümetin yeni bir ulusal bilinç yaratma çabası doğrultusunda Kürt kimliğine karşı baskıcı bir politika izlemeye başlaması; Kürtçenin aleni kullanılmasının yasaklanması, nüfuzlu toprak sahiplerinin ve aşiret liderlerinin zorla ülkenin batısına yerleştirilmesi gibi uygulamalar bölge halkı için ciddi bir handikaptı.
Özellikle şeyh Sait ayaklanmasının ardından diğer Doğu illeriyle birlikte Dersim (Tunceli) gibi yerleşim yerleri devlet tarafından özel bir önemle ele alınmış ve kesin ıslahat yöntemlerinin belirlenmesi için incelemeler başlatılmışsa da Doğu daima kaynayan bir yara olarak kalmıştır.
Çünkü isyan politik olmanın ötesinde sosyal yapı ile ilgiliydi. Doğu’nun temel yapısında kökten ıslahata gidilemeyince silahlar patlamaya devam etmiştir. Birtakım ağalar ve şeyhlerin Batı’ya göç ettirilmeleri, yerlerine Rumeli göçmenlerinin yerleştirilmesi, Suriye’ye kaçan ağa ve beylerin topraklarına el konması, idari makamların ve müfettişlerin Kürt kimliğini yok sayan raporları isyan ve hareketin altında yatan sosyolojik nedenlerdir.
İsyan sonrası çıkartılan istiklal mahkemeleri kanununa karşı Kazım Karabekir Paşanın mecliste yaptığı konuşma aslında Şeyh Said olayını anlama ve yorumlama hakkında bizi yeteri kadar bir kanaate götürür sanırım.
Kazım Karabekir olayla ilgili meclise şöyle sesleniyor…
‘’-Efendiler isyan hadisesine karşı hükümetimizin her türlü kanuni icraatına taraftar olsak ta, muayyen hadise karşısında milletin hukuk-ı tabiiyesini tazkiye matuf olacak icraatlara katiyen taraftar değiliz.
Huzur-ı alinize getirilen kanun gayrı vazih ve elastikidir.
Eğer bu kanun kabul edilirse, buna istinaden Teşkilatı Esasiye’mizin ruhundan doğan siyasi taazuvlar ve bunların faaliyetini tahdide veyahut matbuatı tezkiye teşebbüs edilirse, halk hâkimiyeti edilecek demektir.
Çünkü artık millet vekillerinin sadaları dahi bu kubbe altından harice çıkamayacaktır. Bu kanunu kabul etmek, Cumhuriyet tarihi için bir doğru Olmayacaktır…’’