Necmettin Salaz’ı, iyi bir adamı daha kaybettik, Kürtlerin başı sağ olsun. Öyle tabi, iyi bir adamdı “sevgili dostum” Necmettin Salaz, çünkü hayatı boyunca iyilik verdi çevresine illaki dostlarına, yoldaşlarına, çocuklara, gençlere, en çok da özgürlük kavgasına tutuşmuş yiğit kadınlara. Bir de iyi bir sosyalistti, iyi bir Kürttü, iyi bir oğuldu, iyi bir babaydı, iyi bir ağabeydi. En zor zamanlarda, en dar anlarda hızır gibi yetişirdi dostlarına, sevdiklerine, kıymetli bellediği insanlara, belki de ona ihtiyacı olan her kese demeliyim. Bir çocuk kadar duygusaldı, saftı, yaşadığı onca acıya rağmen hiç büyümedi, dahası bir an olsun dünyanın kirine, pasına, parasına, puluna bulaşmadı, can annesinin sütü kadar tertemiz bir adamdı, aklı Mikis suyu kadar berrak iyi bir insandı. Dünya güzeli gencecik kızını, tanrıçasını bir trafik kazasında kaybettiği zaman hayatının ibresi ters dönmeye, yüreği teklemeye başladı bu iyi adamın, ancak on, on beş yıl dayanabildi onun yokluğuna, büyük acısına. Evet, bir de iyi bir şairdi, iyi bir yazardı, iyi bir gazeteciydi, hep üretti. Ama ne kadar anlaşıldığını bilmiyorum, bundan emin değilim…
*
Kekê Necmettin’le iki bin bir yılında, Van’da tanıştım. Ben, 2000’de Yeni Gündem gazetesi Van temsilcisiydim, o da Van Belediye Başkanı Şahabettin Özalp’ın danışmanıydı. Belediye ziyareti sırasında tanıştım. Van’da bulunduğum süre boyunca sık sık görüşüyorduk, sanat, edebiyat, felsefe, ahlak, din, tarih, politika üzerine konuşuyorduk. Zaman zaman misafiri olduğum evlerinde gece yarılarına kadar tartışıyorduk. Kekê Necmettin, “Sevgili dostum…” diye başlıyordu, “Sevgili dostum…” diye sürdürüyordu, mutlaka “Sevgili dostum…” diye de sonlandırıyordu güzel sohbetlerini. Sanırım bu dünyada hiç kimse bu iki büyülü sözcüğü bu kadar güzel bir arada kullanmamıştır. Van’da bulunduğum süre boyunca hep destek oldu, ne zaman bir sıkıntı çıksa, bir çıkmaz olsa elinden geleni ardına koymuyordu. Bir defa bile beklenti içine girdiğini hissetmedim. Kendine yetebilen, kendi olabilmiş ender insanlardan biriydi sevgili dostum…
*
Kekê Necmettin’le sayısız anılarımız oldu. Onunla gerçekleştirdiğimiz iki unutulmaz gezimizden bahsetmek istiyorum. Bir defasında birlikte binlerce sivil, savunmasız Kürdün, çoluk çocuğun, kadın erkeğin, genç yaşlının kurşuna dizildiği Zilan vadisine gittik. Katliamın yaşandığı kanlı vadi, Munzur suyu gibi kan akmış Zilan deresi boyunca dolaştık, yaşayan tanıkları ziyaret ettik, daha çocuk yaşta bedeni süngülenmiş insanlarla tanıştık, bedenlerindeki izleri birlikte gördük, birlikte dokunduk. Ben daha çok fotoğraf çekiyordum, haber notlarını tutuyordum, o ise ‘Zilan’ şiirini çalışıyordu, yazıyordu. Zilan’ı konuştukça gözleri doluyordu, ağlıyordu o koca adam, sevgili dostum. Dünyanın acısını sırtlamış gibiydi. Zilan vadisi boyunca gördüğü her bir taşa dokunuyordu, bastığı her bir yere eğiliyordu, büyük bir sevgiyle toprağı okşuyordu, dahası taşla, toprakla fısıldaşıyordu. Hiç bu kadar duygu yüklü bir adamla bir daha hiç karşılaşmadım…
*
Bir defa da birlikte memleketi Bahçesaray’a, Feqiyê Teyran’ın can olduğu Mikis’e gittik. Onun ayarladığı, kullandığı bir arazi aracıyla gittik. Sayısız kontrol noktasından, aramadan, ayak üstü sorgulamadan sonra Bahçesaray’a vardık. Girişindeki kontrol noktasında, gazete boyunda kocaman kara kaplı, ciltli, kocaman bir deftere adımız, soyadımız, doğum yerimiz, geliş sebebimiz, kime misafir olacağımız, hangi adreste bulunacağımız, kaç gün kalacağımız yazıldıktan, kimliklerimize el konulduktan sonra şehre girişimize izin verilmişti askerler tarafından. Kontrol noktasındaki defteri tutan askere, Kekê Necmettin’in Van Belediye Başkanı danışmanı, benim de onun şoförü olduğum, Bahçesaray Belediye Başkanı Naci Orhan’ı ziyaret edeceğimiz bilgisini vermiştik. Onca ülkeye gitmiştim, sınır kapısından geçmiştim, hiç bir yerde böyle bir uygulamayla karşılaşmamıştım. Uygulamanın bende yarattığı şaşkınlığı gören Kekê Necmettin, “Sevgili dostum galiba sen hangi ülkede yaşadığının, yaşadığımız trajedinin farkında değilsin, daha bu ne ki…” demiş, kendime gelebilmem için beni dürterek konuşmasına devam etmişti, Mikis suyunun başında oturanların yanına gidene kadar devam etmişti konuşmasına. Kara deftere yazdırdığımız gibi üç gün kaldık Bahçesaray’da, onun adını unuttuğum beyefendi bir akrabasının evinde. Bu gezide Naci Orhan’la, eczane ruhsatı keyfi olarak iptal edilmiş Ermeni Eczacı Caroline Camgöz’le, emekli olduktan sonra bir daha memleketine dönmeyen adı aklıma gelmeyen bir ağacın gövdesi üzerinde yaptığı kulübede yaşayan Karadenizli bir emekliyle, yedi yaşındaki torunuyla satranç oynayan seksenlik, doksanlık yaşlı kadınlarla tanıştım. Hangisini konuşsam, “Sevgili dostum, Bahçesaray’ı, yani benim memleketimi tanımayan, görmeyen biri Kürdü tanımamış, Kürt kültürünü yaşamış, ferasetini fark etmemiş, derinliğini anlayamamış demektir. Mikis henüz bozulmamış, bakir bir bölge olduğunu söylemeliyim… ” demişti her seferinde, her konuşmaya başladığında memleketini. Ne güzel demiş…
*
En son Diyarbakır TÜYAP’ta tesadüfen karşılaştığım, son bir defa daha sohbet etme şansına sahip olduğum Kekê Necmettin’i doğduğu topraklardan uzak bir diyarda, Süleymaniye’de kaybettik, Erbil’de zamansız kaybettiğimiz sevgili dostum İbrahim Ayhan gibi, Kamışlo’da kaybettiğimiz gazeteci arkadaşım Mahmut Seyit Evran gibi, adını bildiğim, bilmediğim diğerleri gibi. Özlemle, hasretle, saygıyla…