Zaman insan iradesi dışında, durdurulamaz bir akış içinde, kendi ritminde akmaya devam ediyor. Ama bizim yaşamımızın akışı bir türlü normal rotasında devam edemiyor. İçinden geçtiğimiz süreçler, günlük yaşamımızda bizi içine çeken sorunlar zamanın akışına ayak uydurmamızı zorlaştırıyor. Zaman bizi beklemeden akıp gidiyor. Zamana ayak uydurmaya çabalarken, aradan günler aylar akıp geçiyor. Bir geriye dönüp baktığımızda yılları devirmişiz. Yaşamın zorluğundan tozu dumanından kendini sıyırıp, düşüncelere dalıp gittiğinde insanın aklına ne kadar çok şey geliyor. Yaşamda ne kadar çok şeyi kaçırdığımızın farkına vardığımızda ise zamanın nasıl akıp geçtiğine hayret ediyoruz. Geçen günler, yıllar bir daha geri getirilmeyecek ve bir daha yaşanamayacak biçimde birer birer geride kalıyor.
Üzerimize üzerimize gelen o kadar çok şey var ki, adeta nefes alamaz hale geliyoruz. Sanki dünyanın bütün sıkıntıları bu son yılları beklemiş gibi peş peşe geliyor. Bir tarafta seller, depremler gibi doğal felaketler, Covid-19’un yarattığı pandemi, diğer tarafta insanların kendi hemcinslerine yaptığı kötülükler. Bunlar yetmezmiş gibi bir de ekonomik sıkıntıların işin sorunların cabası oluyor. Ne tarafa baksan insanı huzursuz eden birçok sorun.
Hayatımız zamana karşı bir yarış halindeyken, yaşadığımız dünyanın ve çevremizin sorunları bizi o kadar kırılgan hale getiriyor ki, yaşam düzenimizin bir türlü düzene oturamıyoruz. Bu kaos durumu bizi hem davranış, hem de ruhsal olarak sıkıntılı hale getiriyor. Bu kaos ortamı içinde yaşam sevincimizi, umudumuzu canlı tutmaya çalışıyoruz. Normal yaşam koşullarına ne zaman ve nasıl dönüleceğinin sorunlarına yanıtlar bulmaya çalışıyoruz.
Bir köşeye çekilip düşünce dünyamıza dalıp gittiğimizde, bizi kuşatan bu kadar sorunların ortasında çaresiz kalmış gibi hissetmekten kendimizi alamadığımız oluyor. İster istemez bir karamsarlık, gelecekten ümitli olamama duyguları gelip bizi esir almak istiyor.
Doğaya yabancılaşan insan kendi hemcinslerine karşı daha da acımasızlaşıyor. Ardı arkası kesilmeyen şiddet zinciri daha çok da kadınları, çocukları hedef alıyor.
Medyanın başına geçtiğimizde her an yeni bir şiddet haberiyle irkiliyoruz. O korkuyla ya bilgisayarın tuşuna, ya da televizyonun kumandasına basınca bir gazetenin sayfasını çevirince hayvanlara, çocuklara, kadınlara şiddet ve istismar haberleri karşımıza çıkıyor. Bu şiddet zinciri ruhlarımızı etkiliyor, iç dünyamızda tamiri imkânsız yaralar açıyor.
En son Muğla’da kaybedilen, daha sonra ormanlık alanda cesedi bulunan Pınar Gültekin’in trajik sonudur. Ortadan kaybolan Pınar Gültekin’i katleden kişi ifadesinde; onu çok sevdiğini, kıskançlık krizine girdiğini belirterek Pınar'ı önce boğarak öldürüyor, daha sonra cesedini bir bidona koyuyor ve cesedinin üzerine benzin dökerek yakıyor daha sonra da gömmek istiyor. Bu nasıl bir cinnettir. Bu caninin içinde nasıl bir canavar var. Kurbanını bir kere öldürmekle yetinmiyor. Pınarı bir kere öldürmekle yetinmiyor. Tam üç kez öldürüyor. Boğuyor, yakıyor, gömüyor.
Haberi okuyunca insanım diyen herkesin tüyleri tiken tiken oluyor. Kadınları öldüren ya da şiddet uygulayanların genelde “çok seviyordum” şeklinde ifadeleri artık çok klasik bir söylem haline geldi. Bu ifadeler karşısında insan bu nasıl bir sevgi demekten kendini alamıyor. Hangi kadın eşinin, sevgilisinin kendisini öldüren sevgisini ister. Buna sevgi denebilir mi? Sevgi yaşatmak için vardır. Kadınlar öldüren sevgi istemiyor. Her sabah kadın uyandığında acaba sevgilim veya eşim bugün beni öldürecek mi? Gibi bir korkuyla yatağından kalkmamalıdır. Bunu için öldürmeyen sevgi ve anlayış gelişmelidir. Bunun için eril zihniyete, öldürmeye ve şiddete karşı yeni bir iklimin ortaya çıkması gerekiyor.
Mümin Ağcakaya