Seni sonsuza dek unutmak, kendi haline bırakmak, bitmek bilmeyen sömürge kaderine terk etmek de neyin nesi, bir an olsun aklımdan çıkmadın, çıkmıyorsun her mevsimimde bana can olmuş gülistanım. Bildiğim en çekilmez kara kışına hazırlanan sonbaharıma vurulmuş bir şiir gibi, hayatımın en belalı fırtınalarının koptuğu Şeytan kuçesinde, gözü kara eşkiyaların göze göz vuruşmalarıyla memlekete nam salmış Karaboğaz’da, her bir tarafı ipsizlerle dolu yıkık kalede, Abdal Ağa hamamının sidik kokusundan geçilmeyen külhanında, asırlar öncesinde bir hiç uğruna Celali yüreğimin boğazlandığı Kanlıkuyu’da vaktini öldürerek devrialeme çıkmış tutuk güneşime vurgun firari aşkını, itin, kopuğun sefasına heba ettiği gibi, ilk yaşam sancısı bana can olmuş Yazo’nun ölümsüz hikayesinin baş kahramanı Şeyh Zeynep’in beni öldüren feryadı gibi, ne yapsam bir türlü kendi yoluna gidemeyen aklımın bitmeyen karmaşa hali gibi, ömrü boyunca günün beş vaktinde erbanesiz zikre duran sofî babamın hayali cennettinden öte hükmü olmayan kerametlere takık imandan beni eden Keferelyas’ın ölümcül yolunda kaçık müridlerle dolu, dingili kırık posta kamyonunun bir o yana, bir bu yana savrulması gibi Çemê Bajêr suyunun dağla, taşla vuruşa vuruşa açtığı yamuk yumuk vadisinde yalpalanıp duruyorum, sana kırgın, kendi yoluna gitmeyi bile beceremeyen yüreğime küs halimle. En çok kadir bilmez, vefa yoksunu zamane çocuklarına kırgınım, bir de aşkının hakikat arayışını tamamlayamamış, akıl kargaşasında kıblesini kaybetmiş uyduruk kehanetlere takıntılı yeniyetme narsist kahinlere, öyle yada böyle kalubelamdan bu yana ömrümü bahşettiğim evvel zamanlardan kalma tanrıçalara, bir de son nefesimi verirken bile hesabımın kapanmayacağından emin olduğum feriştahı bile yüreği kadar yer kaplayan mendebur adamlarla, kadınlarla dolu su kadar sevdiğim evleri sırt sırta kümelenmiş mahşeri mahallemin edepsiz dedikodularına, eksik yaşanmışlıklara, bir de sana kırgınım...
*
Evet, sana kırgınım, ama el aman etmeyi hiç sevmedim, fırtınasına kapıldığım, vurgun yediğim, öldüğüm el alemin lanet denizine sevdalı sahte rengine, sesine, nefesine, illa ki gülücüğüne hiç yanmadım, hiç sevmedim gülistanım, sırtımı verdim bir defa senin muhteşem dağlarına. Öyle ya, sen tanıksın varıma yokuma, en iyi sen bilirsin neye yanıp yanmadığıma, neye ölüp ölmediğime. Yedi, bilemedin sekiz yaşlarında, hiç beklemediğim bir vakitte yüzleştiğim ilk yenilgimi bir an olsun unutmadım, kadın katili, çocuk düşmanı sünepe Bekir Ağa’nın sırtıma inen kürek darbelerini, delice girdiğim çakal yuvası Makam’daki faşist güruhun amansız lincini, iki, belki de üç fersah ötesi güzelim Omerî dağları olan Üçyol’u bana cehennem eden Asena Tansu’nun işgalcı cellatlarını nasıl unutabilirim ki, sen söyle. Tanrıçam Yazo’nun sandukasında gün yüzüne çıkmanın özlemi ile yanıp tutuşan kapağı eflatuni çiçek bezeli defterimin iyice eskimiş, iyice sararmış yapraklarına can olmuş karışık uyaklı, bugün bile yasaklı ilk şiirimi çocuk halimle sana yazdığım andan itibaren tam da burada, tam da durduğum bu yerde seni inatla bekledim, gelmedin…
*
Şimdiki hali ölümümden beter, suyu kurumuş Çemê Bajêr’i her geçtiğimde eski zamanlardaki gibi durduk yere, istem dışı yalpalanıyorum, hala Kadiri şeyhin dergahına doğru yol alan İngiliz malı o lanet Thames kamyonla yol almaya devam ediyormuşum gibi geçmişimi esir almış karmaşayı yaşıyorum. Arada bir gelişigüzel büyümeye devam eden şehrimin en sevimsiz tekdüze binalarına mesken olmuş yamaçtaki Selimpiyar’da durup Karacadağ’ın Milanî ahalisine yol veren kadim taş köprüye, her bir yandan beton yığını ile kuşatılmış çocukluğumun efsane vadisine baktığımda, üç günlük kundağımın yılana, çıyana terk edildiği o en çaresiz halime tanık olmuş tapınağıma, bir başına ve öylece kaderini bekleyen kayaya dalıp gittiğimde seni hatırlarım, seni ararım gülistanım, aklımın sığınağı...
*
Ama bugün ama yarın, bir gün mutlaka bizi özgürleştireceğine emin olduğum bilge adamın yüreğindeki İbrahimi sırın, yere göğe haykırdığı aşk hakikatinin seni bana sevdirdiğini, bir de sana yazılmış ilk şiirimin sevdirdiğini bil, gülistanım. Su kadar sevsem de beni en çok sen yaraladın, sen kırıp döktün, sen kurda kuşa yem ettin, sırtımı verdiğim dağlarımın gül yüzü olarak bildiğim dört kutsal kitabın sultanı, komün yaşama hevesli ilk insanı gördüğü günden beri Ezdaî yaşanmış, gülistanım. Senden ötesi de, berisi de benim ahir kıblemdir. Sevdiğim şehir, Newrozî gecelerine bittiğim Aqre’de, gizemi beni sarsan mağaranın güneşe nazır eyvanında post kurmuş ilk peygamber Zagroslu bilge Zerdeşt’in “bir lokma, bir hırka” edebiyle kemale erdikten, Dervêşê Evdî’nin sırtını verdiği yiğit Baqirê Berazî’nin bilmem kaçıncı kuşak torunu yoldaşım Pirsûslu Cudan’a da mesken olmuş dağları kutsadıktan, can Urmiye’ye ilk adımını attıktan sonra verdiği ilk vaazından bu yana sorgu sualdeyim, hesabım görülüyor, haleti ruhiyemi bilmeyen, özgürlük çığlığımı duymayan kalmadı, Karaboğaz’daki göze göz öldürmeye yeminli eşkıya, Kanlıkuyu’daki uçmaya sabırsız yaralı serçem, beni yoktan var eden kudretine sığındığım Yazo’m, dervişlik yolunda yaşadığım ilk hayal kırıklığımın mabedi Keferelyas’daki kerameti kendinden menkul şeyh bile beni duydu, sen hariç sağır sultanım, yıldızlarını karanlığıma rehber bellediğim, arşı alası kırk sütunlu güneş ülkem, gülistanım. Duy artık…