Okuyucularımız sizi tanımak isterlerse kendinizden biraz bahseder misiniz?
1963 yılında Siverek’te doğdum. 1976 yılına değin yaşadığım bu şehirde hayatın en acımasız, bazen sevgi dolu, bazen de hırçın yanlarıyla tanışıp olgunlaştım. 76-77 yıllarda kan davaları, siyasal çekişmeler ve bunlara ilaveten kaskatı erkek egemen bir toplumda dik durmak, cesur olmak, toplumun koyduğu geleneksel ve ananevi kurallara bağlı kalmak zorunluluğu vardı. Bu yaşantıyı sanat ve edebiyatın hatta birçok daldaki üretkenliğin önünde engel gördüm. Ve 1976 yılında İstanbul’a göç ettik.
O yıllarda yaşadıklarınız edebiyatınıza yansıdı mı?
Yansımaz mı, ilk resimli romanım olan “Öylesine Yaşandı” çalışmamın konularının bir bölümü coğrafyaya aitti, bütün bir ömrü etkileyen yaşanmışlıklar ister istemez yazılan metinlere yansıyor, kaldı ki benim Yalnız Mor, Kenger, Bermal gibi romanlarımın da konuları coğrafyayla alakalı. Yılmaz Güney’in bir sözü vardır, der ki; “Bir odanın havasının ne olduğunu anlamanız için bir kez dışarı çıkıp tekrar odaya girmelisiniz.” Ben odadan çıktım, odada neler yaşandığını önceki gözlemlerimle ve dışarıdan gördüklerimle daha rahat harmanlayabildim. Dolayısıyla birçok yazara göre yerelden evrensele uzanan bir dili de yakalayabildim.
Bu coğrafyanın insanı olarak sorunları sorumluluk duygusuyla yansıttığınızı hep duyarız, bu konuyu biraz daha açar mısınız?
Romanlarımı hep öznel, kahramanının diliyle anlatırım ve insan ön plandadır. İnsanlar acı çeker, başkaları tarafından sömürülür, insanlar bazen birilerinin canını yakar. Dünya kurulduğundan bu yana doğanın canına ot tıkayan da insandır. Bu coğrafyada insanlar acı çekiyor, bazen siyasal, bazen kültürel, bazen de gelenek ve alışkanlıklarından kaynaklı; kendi kendine verdiği acılardır bunlar. Biz aidiyet duyan yazarlar; bu coğrafyayla alakalı binlerce roman yazsak da tam olarak acılarını, coşkularını yazmış sayılamayız. Kaldı ki bunu sorumluluk duygusuyla yapmaya çalışıyoruz. Son romanımda aynı sorumlulukla yerine getirmeye çalıştım.
Son romanınız demişken, biraz “SANDIKTAKİ BABAM” romanından bahseder misiniz? Son seçimde sandık atmosferi, sandık ve baba, bütün bunlardan farklı anlamlar çıkarıyor insanlar!
“Sandıktaki Babam” adlı romanımı eline aldığında babam; ‘Benimle kendini mi yazmışsın?’ diye sordu? Güldüm, babalar sandıktan çıkmaz, babalar duygularıyla, yaklaşımlarıyla vardır dedim ona. Siverek’te yıllar önce babaların başında sekiz köşeli kasketler olurdu. Babaların çoğu ne yazık ki; güçlü görünmek adına çocuklarını kucaklarına almaktan mahrum bırakılırdı. Çünkü diğer aile efradının yanında bu davranışı ayıp sayılırdı. ‘Sandıktaki Babam’ üç ayrı kültürü yaşayan ve babasıyla çatışmalar içine giren bir gencin, Siverek’e gelip babasına dair gerçekleri öğreninceye kadar geçen serüvenini anlatıyor. Tabi bu süreç içinde Almanya’da eşler arasında ayrılıklardaki ilişkilerinden Türkiye ve İran’a kadar uzanan bir coğrafyanın kadın erkek ilişkilerine kadar yığınla konuyu en sade dille ortaya koyuyor bu roman. Romanın ana teması hiç kuşkusuz sanmaktan geçiyor. Batıda, doğudaki insanlara karşı yanlış kötü sanma arzusu zaman zaman gündeme geliyor, oysa bütün bir coğrafya insanını kötü bilen insanlar yeri ve zamanı geldiğinde o bölge insanıyla temasa geçip ya da oralara gittiklerinde sandıkları zanlar tümden değişebiliyor. Sandıktaki Babam bu sanıları yok eden bir dille yazıldı, kaldı ki babaları doğu kökenli olup batıda doğup batıda büyüyüp yaşayan birçok genç, ebeveynlerinin geçmişte ne yaşadığını bilmeden onlara önyargılı eleştirel yaklaşabiliyorlar. Bu romanı önyargılara ve öfkeyi dizginleyen bir bağlamla kurguladım ve o düşüncelere bir gönderme yaptım. Kendi kızım bile çevre etkisiyle olumsuz sanılara girebilmişken yazdığım romanlar sayesinde daha insani ve anlayan bir dili ancak yakalayabildi. Düşüncelerim ve anlamak konusundaki hassasiyetim bazı kaygılarımı ortadan kaldırıyor. Bazen yazdıklarımın roman olup olmadığıyla bile ilgilenmiyorum, soruyorlar ne yazmışsın diye, onlara sadece insanı yazdım diyorum.
“Sandıktaki Babam” romanında resimlere rastladık, resimli öyküler çizdiğiniz için mi onları ekleme gereği duydunuz?
Resimleri büyük bir özveriyle hazırladım ve yayınevim her resmi konusuna göre sayfasına yerleştirdi. O resimlerde roman anlatısındaki duyguları görebilirsiniz. Belki gelecekte coğrafyaya dair bir resimli roman çizme projem bile olabilir.
Yazdığınız romanın ana temasını sanmak oluştursa da görünen o ki bütün bir coğrafyayı hatta ülke insanını eleştiren yanlarını da görmek mümkün, bunu bilinçli olarak mı yaptınız?
Eleştirmekte kasıt nedir bilmiyorum ama hep anlamaya çalışarak yazmayı yeğledim, çünkü eleştirmek yerine anlaşılır şekilde vermenin okuyucuya daha doğru gelebileceğini gördüm. Geri dönüşlerde de bunu çokça görmüştüm, sanıların zamanla değişebileceği de görülmektedir. ‘Yalnız Mor’ adlı romanım, hiç Türkçe bilmeyen Karacadağ’lı bir Kürt kadınının dramını anlatıyordu. Karadenizli bir hanım beni aradı çok üzüldüm kahrettim dedi, aynı sözleri Trakyalı bir hanımdan da duydum ve bu iki hanım hiç Türkçe bilmeyen bir Kürt Kadını için üzülmüş ve kahretmişti. Kim bilir belki de öncesindeki sanıları farklıydı. Kaldı ki bir önceki romanımda ise Mülteci konusunu işlemiş ve bazı okullar öğrencilerin sanılarını önyargılarını değiştirip empati kazandırdığımı söyleyerek okullarına söyleşi için davet bile etmişlerdi. Benim anlayışımla insan faktörü değişmiyor, siz meseleyi doğru verirseniz düşmanınızın sanısı bile değişime uğrayabilir. Son romanım olan Sandıktaki Babam bu anlamda çok önemlidir, ya da ben önemli buluyorum. Sandıkları yok eden parçalayan bir kimliği var. Mesaj veren değil, insani özellikleri ön plana çıkaran dokusuyla yazarını mutlu ediyor. İnşallah aynı duyguları okuyucuya da geçirebiliyordur.
Romandaki Asım karakteri roman kahramanının yol göstericisi gibi görünüyor, coğrafyaya ait olmadığı halde coğrafyayı gayet iyi bilen bir tanımlama içinde sizce her insanın etrafında çevresinde bu türden yol gösterici var mıdır?”
En önemli yol gösterici insanın kendisidir, araştıran ve olayın özüne inip anlamaya çalışan insan, kendine doğru bir yön çizebilir. Romandaki Asım karakteri Yunus’a yol açandır. Bu romanı okuyanlar, kıyısından kenarından kendini bulabilir ya da bulmayabilir ve belki de okuyan anlamanın önemli olacağını, sanıları bile değiştirebileceğini düşünebilir, şayet bunu başarabilirse roman, yazarını da mutlu eder.
“Sandıktaki Babam” onuncu kitabınız, şimdiden hayırlı ve okuru bol olsun diyelim. Bir söyleşinizde okur sayısıyla çok ilgilenmediğinizi söylemiştiniz, yazma nedeniniz başka mı yoksa?
Yazar, yazdığı metnin çok okunmasını tabi ki ister ama daha başından böyle bir beklentiyle işe koyulursa yanlışa düşebilir. Kalemi elime aldığımda bir kişi okusun diye yazarım çok kişinin okuduğunu görünce kendimi mutlu etmem için bir başka sebeptir bu. Yazdığım romanlar mikro yaşantılar içinde sosyal konulardır, bu anlamda önemsiyorum, benim için bir eserin ortaya çıkması çok önemlidir, yüz bin baskı ya da bin baskı da önemli değil ne yazdığımla ve anlaşılır olmakla ilgileniyorum.
Bizimle düşüncelerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ediyoruz, başarılar dileyip kaleminiz hep yazsın diyoruz.
Sağ olun, teşekkür ederim.
***1963 yılında, Urfa’nın Siverek ilçesinde doğan Kemal Siyahhan, 1979 yılından itibaren Atmaca, Deli, Öküz, Hayvan, Esmer ve Deve gibi edebiyat ve mizah dergilerinde karikatür ve resimli öyküler çizdi.
Öylesine Yaşandı, Lale Bahçelerinden Fransız Sokaklarına, Kenger, Yalnız Mor, Roza’nın Gözleri, Sanrı ve Gerçek, Bermal, Hamal, Mülteci adlı kitapları yayınlanmıştır.
Mümin Ağcakaya / Özel