Bu yazımda dünyaca ünlü Rus yazarı Anton Çehov’u anlatmaya çalışacağım. Çehov, despot bir babanın ve kişiliği sinik bir annenin çocuğu olarak 1860 yılında Rusya’nın Taganrog şehrinde dünyaya gelir. Cin gibi altı kardeşiyle birlikte zorluklar içinde yaşar. Zor koşullar ve baba baskısı kendisini yıldırmaz; lise öğrenimini Taganrog’da, tıp öğrenimini de Moskova’da tamamlayarak doktor olur. Kardeşine; “Yasal karım olan tıp dışında, bir de metresim var: Edebiyat” (s.90) dese de, aslında “metres”i onu “yasal eş”i tıptan daha çok ilgilendirir. Doktorluğuyla değil, öykü ve piyesleriyle şöhretin doruklarına ulaşır. Zirvedeyken 2 Temmuz 1904’te Almanya’da hayata gözlerini yumar, 9 Temmuz’da Moskova’da toprağa verilir.
Çehov, öykü yazmaya lise yıllarında başlar. Tıp okurken ailenin geçimine katkı sağlamak için öykü yazmaya hız verir ve peş peşe yazdığı metinleri sanat dergilerine gönderir. Çok geçmeden ustalaşır, edebiyat dünyasına adım atar ve Rusya’da ünlü bir yazar olur. Kısa ömrünün son yirmi beş yılında çok sayıda öykü ve az sayıda piyes yazarak dünya edebiyatında saygın bir yer edinir. Türkiye’de de eserleri zevkle okunan tanınmış bir yazardır.
Öykü ve piyeslerinde yoksul köylüleri, aristokratları, toprak ağalarını, sanayicileri, işçileri, esnaf ve tüccarları, doktorları, avukatları, polisleri, subayları, eczacıları, öğretmenleri, papazları, zangoçlar, yani Rusya’nın insan yapısını olduğu hâliyle anlatır. Tüm duyargaları çalışır bir vaziyette insanları gözlemleyip ince, biraz da hüzünlü mizahi bir üslupla fotoğraflarını çeker gibi yazarak topluma ayna tutar. İnsanları yargılamadan, suçlamadan, kahramanlarını övme veya suçlamaya girişmeden, her hangi bir konuda yan tutup okuru etkilemeye çalışmadan sadece ne durumda olduklarını gösterir. Hiçbir zaman çözüm yolunu göstermez, okuyucuyu çözüm yolunu aramaya zorlar. Çözüm yolunu göstermenin sanatçıların işi olmadığını söyler.
Bu tutumu olup bitenlere karşı duyarsız ya da tarafsız demek değildir. Örneğin, Fransa’da 1984 yılında haksız yere cezalandırılan AlfretDreyfus’un davası ve bu dava sürerken ünlü yazar ÉmileZola’nın cumhurbaşkanına yazdığı “Suçluyorum” başlıklı açıklaması karşısında kabına sığmaz olur: “Zola, soylu bir insan… ve ben onun atılımlarıyla coşuyorum. Fransa olağanüstü bir ülke ve onun olağanüstü yazarlar var”(s.239) diye tarihe not düşer. Zola’ya saldırdıkları ölçüde ona hayranlık duyar. Sonrasında, A. Hotiayintseva’ya şunları yazar: “Bana, Zola’nın haklı olduğuna hep inanıyor musun diye soruyorsunuz. Ben de size soruyorum: Beni gerçekten o kadar kötü mü bellemişsiniz ki, bir an olsun, Zola’dan yana olduğumdan kuşkuya düşüyorsunuz? Şimdi onu ağır cezada yargılayan insanlar, bütün generaller ve soylular sınıfından tanıklar, bence onun tırnaklarının bir tekine bile değmezler.”(s.240)
Anton Çehov’un hayat mücadelesi, ailesini koruyucu şemsiyesi altına alışı ve ilişkileri, hayata ve sanata bakışı, öykü ve piyeslerini yazım serüvenleri, Sahalin adasında bulunan kürek mahkûmlarını izlemeye gidişi, F. Mihayloviç Dostoyevski ve İvan Turgenyev’e dair düşünceleri, “yaşlı peygamber” Lev Tolstoy ve Maksim Gorki ile buluşmaları ve ilişkileri, bir sanatçı olarak politikaya karşı tutumu, aşkları, insanlara yardımcı olma istek ve çabaları, bir doktor olarak insanlara yardıma koşarken kendi hastalığını önemsememesi düşündürücü, ilginç ve öğretici. Ölümü ise kendi şanına yakışır güzellikte nefis bir vedalaşma.
Çehov hastalığını önemsemeden sürekli çalışan ve yazan bir dâhiydi. Çileli disiplinli çalışmasından dolayı kendisiyle ilgili: “Manastırlara dinsizler alınsaydı ve insan dua etmeyebilseydi, keşiş olurdum”(s.203) diye yazacaktır bir gün. Sık gezmelerine, devamlı dostlarıyla bir araya gelmelerine, hastalığını aldırmazlığına ve hızlı çalışma temposuna ne yazık ki vücuda fazla dayanamaz, kırk dört yaşına girdiğinde artık çok hastadır, veremdir, sürekli kan tükürmektedir. Bir erkek kardeşi ve halası veremden öldüğü için hastalığını “aile hastalığı” olarak tanımlar. Hastalığının ileri aşamasında Moskova’da kendisini muayene eden doktor Almanya’da ünlü bir doktora gitmesini önerir. 15 Haziran 1904 tarihinde eşi Olga ile birlikte Almanya’ya gider. Verem uzmanı doktorun ilk müdahalesinden sonra biraz rahatlar gibi olur. Ama sonrasında bir gün yataktan uyanınca doktor ister. Bu, hayatında ilk defa yaptığı bir şeydir. O gün yaşananları HenriTroyat şöyle yazacaktır sonradan:
“Pencere ardına dek açık olmasına karşın, Çehov’un alnı ter içindeydi. Soluğu kesiliyordu. Dr. Schwöhrer, sabahın ikisinde geldi. Onu görünce Çehov, yastıktan başını kaldırdı. …Doktor ona hemen bir kâfuri iğnesi yaptı. Sonra, kalp yanıt vermeyince, bir oksijen tüpü getirmelerini istedi. Sonuna dek bilinçli olan Çehov, kesik kesik bir sesle karşı çıktı. «Artık her şey gereksiz. Tüp gelmeden önce, bir kadavra olacağım.» O zaman, Dr. Schwöhrer bir şişe şampanya getirtti.
Çehov kendisine uzatılan bardağı aldı ve Olga’ya dönerek, acınası bir gülümsemeyle: «Nicedir şampanya içmemiştim» dedi. Şampanyayı yudum yudum içti. Ve sol yanına uzandı. Biraz sonra, nefes almıyordu artık. Yaşamdan ölüme geçmişti, her zamanki sadelikle. Günlerden 2 Temmuz 1904’tü. Küçük sarkaçlı saat, sabahın üçünü gösteriyordu. Siyah kanatlı bir gece kelebeği pencereden içeri girmiş, yanan lambaya çarpıyordu deli deli. Cenazenin dört bir yanındaki bu yoğun çırpınma, sonunda, çekilmez oluyordu. Birkaç avutma sözcüğünden sonra, doktor çekip gitti. Birden, neşeli bir patlama oldu: Şampanya şişesinin tıpası fırlamış ve köpükler, şişenin ağzında boncuk boncuk olmuştu. Kelebek, açık pencereyi buldu ve sıcak gecede yitip gitti. Sonradan, sessizlik ve hareketsizlik oldu yeniden. Sonunda gün ışıdı, kuşların cıvıltıları ve yaprakların hışırtıları ile. Olga, büyülenmiş gibi, kocasının yüzünden ayıramıyordu gözlerini. Dingin, gülümseyen, ve her şeyden haberli bir yüzdü bu. Olga şöyle yazacaktı: «Hiçbir insan sesi duyulmuyordu, günlük yaşamın çalkantısı yoktu, yalınız güzellik, dinginlik ve ölümün büyüklüğü vardı.» ”(s.289-290)
Kaynak:
HenriTroyat, ÇEHEV (Yaşamı/Sanatı), Çev: Vedat Günyol, Ada Yayınları, 1984.