Yılmaz Odabaşı der ki şiirinde; “Orada, feodalizmin ruhu bir ipte sallanıyor / Ama yerinde yeni bir şey yok…”
Şimdiki sınırlar doğu ve güneyin öte yakasındaki Irak, İran ve Suriye topraklarında yaşayanlarla, Türkiye’dekiler aynı dili konuşup, aynı kültüre mensup ve aidiyetleri de Kürt oldukları halde; seksen sene evvel tecelli eden cumhuriyetle birlikte birbirlerinden ayrı düşmek durumunda kalmışlar.
Telaffuz edilen cumhuriyet modernitesi ne gündelik hayatta, ne de toplumsal refahta tecelli edememiş / etmemiş. Feodal ruh olanca ağırlığıyla gücünü cumhuriyet boyunca korumuş.
“Sınır ticareti” adı konulan bilumum “kaçakçılık” bütün asker sivil bürokrasinin resmen değil ama bilinen ve gıyaben bilgisi dâhilinde, hatta halk telaffuzuyla “hisseden pay almayla” bugüne dek süregelmiş.
Adı kaçak çay, sigara, şeker, mazot gibi “masum” ürünlerin yanında; silah ve uyuşturucu kaçakçılığında da farklı boyutlarda yıllar yılı yaşanmış.
İki denk yatak ve somya ile bölgeye gelen kamu görevlisi subaşındakilerin, birkaç yıllık “doğu mecburi hizmeti” sonrasında “dünyalıklarını” sağlayarak batıya avdet ettikleri çokça hikâye edilenlerden. Hatta hikâye ne kelime herkeslerin malumu…
1943’teki 33 Kürt köylüsünün Mustafa Muğlalı Paşa tarafından Van’ın Özalp ilçesinde katli ve tarihe “33 Kurşun ve Muğlalı Vakası” olarak geçmesi cumhuriyetin kara bir lekesiydi.
İki yıl evvel herkeslerin malumu olan tarihe not düşülecek bir başka büyük katliam vicdanlarda derin yaralar açtı.
Çoğunluğu genç ve aynı aileden, aynı köyden olan 40 dolayında Robozikê’li Şırnak köylüsü, kişi başına 30 ile 50 lira arasında kazanacakları bir bedel için yaptıkları sınır ötesi kaçakçılığın bedelini resmi yetkililerin ağzıyla “Operasyon Hatası” şeklinde parçalatılarak canlarıyla ödediler.
Şairin kelamınca pasaporta ısınmamıştı içleri. Suni sınırın öte yakası da kendilerinindi. İşte buydu katledilmelerine sebep suçları.
Katliamın üzerinden iki yıl geçti. Lanet olsun bu acıyı yaşatanlara / bu acıyı yaşamayı yoksul ve fukara halka reva görenlere.