Bitlis’in Ahlat ilçesine bağlı Kêrs (Kırıkaya) köyü, bir zamanlar Keleşê Zeydo, Nado gibi birçok efsane mahkumun sığındığı, yurt edindiği Şêxçik dağının eteklerinde kurulmuş. Evleri, ahırları, okulu, camisi meşhur “Kewke” taşlarından yapılmış. Her bir ev birer konak, birer saray yavrusu. Belli ki köy zengin, insanları hali vakti yerinde bir köy. Hele ayrı yapılmış tandır taş evler yok mu, insanın aklını başından alıyor. Her biri bir şaheser olan bu yapılar yerli yerinde olsa dagiderek şiddetlenen kar, ta Bilican dağlarını aşıp gelen rüzgarın tuhaf uğultusu, hele yalnızlık hissi ürkütücü geliyordu…
*
Ahlat-Ovakışla-Bulanık karayolu trafiğe kapalı olduğu için buradan Kêrs’e gitmek mümkün olmuyor. Kêrs’in 5 kilometre kadar güneyinde yapılan Soğaz Barajı inşaatında çalışanlar hariç hiçbir aracın geçişine izin verilmiyordu. Bu nedenle Malazgirt’te evine misafiri olduğum dostum, güzel insan DEHAP eski ilçe başkanı İhsan Bertan’la kuzeyden Kêrs’e gitmeye karar verdik, daha doğrusu Bulanık-Tirtop köyü yolunu tercih ettik Kêrs’e gidebilmek için. Malazgirt’ten, 2001 yılının Kasım ayında, güneşli bir günde yola çıktık. Daha aradan bir saat geçmemişti ki Bulanık’tan hemen sonra hava birden yerini yoğun kara, fırtınalı bir havaya bıraktı. Kêrs’e komşu Tirtop köyüne vardığımızda ise kar iyice bastırdı, lapa lapa yağıyordu artık. Köylüler, “Dün, yadaönceki gün gelseydiniz hava iyiydi. Siz de tam zamanını seçtiniz ha…” dese de en az benim kadar macera seven Kekê İhsan’la onları duymazlıktan geldik, hiç zaman kaybetmeden yolumuza devam ettik. Bir daha gelemeyeceğim korkusu ile bu fırsatı değerlendirmek gerektiğini düşündüm, şansımı kullanmak zorundaydım. Karlı havada yeterince Kêrs’i gezemeyeceğim, fotoğraf çekemeyeceğim kaygısı olsa da bunca yolu katettikten sonra geri dönmeyi düşünmek bile istemiyordum. Köylülerin uyarılarına rağmen yola koyulduk, lapa lapa yağan kara, yer yer tipiye dönüşen havaya rağmen çok geçmeden köye, daha güzel bir günde gelmeyi hayal ettiğim Kêrs’e vardık…
*
Osmanlı beylerine kök söktüren Ahmedê Îso’nun yuvası Kêrs, Silêmanê Remo’nun hayat verdiği Kêrs, efsaneler diyarı Kêrs, kadim köy anlatıldığı kadar varmış. Yıllarca insandan arındırılmış, baştan başa yakılmış olmasına rağmen hala ayaktaydı Kêrs, dimdik duruyordu köy. Bastıran onca kara, tipiye, nefes kesen fırtınaya rağmen muhteşem görünüyordutaş yapılar. Hiçbir şeyi umursamadan köye dalıyorum, evden eve geçiyorum, okulu, camiyi, tandır evlerini, ahırları bir bir geziyorum, durmadan fotoğraf çekiyorum, bir an olsun beni yalnız bırakmayan Kekê İhsan’ın gözetiminde. Tarihi mezarlıkları, bir de sonradan öğrendiğime göre mayınlanmış mağaraları tek tek dolaşıyorum. Köylülerden, Kêrs’e girişin kesinlikle yasak olduğunu, özellikle de mağaralara girişin yasak olduğunu öğrendiğimde, Ovakışla karakolu tarafından buralara döşenen mayınlara, mağaraların girişine tuzaklanmış bombalara tesadüfen denk gelmediğimi anlıyorum…
*
Efsane Ahmedê Îso’nun direnişi ile başlayan ilk sürgünden sonra Kêrs’in ikinci sürgünü Şeyh Said isyanından yaklaşık bir yıl sonra gerçekleşiyor. Şeyh Said hareketini destekleyen Evdal Bazîdli Gülnaz Hanım’in kardeşi Îzed Begê Xwêtî, Farisî beylerinden oğlu Sidikê Gülnazê ile Qilkî aşiretinden Kêrsli Silêmanê Remo’nun sığındığı büyük mağara, askerler tarafından 25 Mart 1926 günü kuşatılıyor. Sabahın ilk ışıklarıyla başlayıp gece yarısına kadar devam eden çatışmada bu üç Kürt beyi hayatını kaybediyor. Askerler, o zaman Muş cezaevinde esir tutulan Gülnaz Hanım’ın öldürülen oğlu Sidik, kardeşi Îzed ve aile dostları Silêmanê Remo’yu teşhis etmesi için cenazeleri alıp Muş’a götürmek yerine, sadece kafalarını kesip yanlarında götürüyor. Evdal Bazîdli Gülnaz Hanım, tüm Kürtler tarafından bilinen, “Xwedê berxê nêr daye ji bo kêr” (Allah erkek kuzuyu bıçak için verdi) sözünü, Muş cezaevinde gerçekleşen teşhis sırasında, dahası esaret altında söylüyorsırtını verdiği dağ gibi adamların kolay ölümlerine öfkelenerek…
*
Ölüm, kuşatma ne Osmanlı dönemi ile sınırlı kalmış ne de Şeyh Said dönemi ile son bulmuş. Bir şekilde Kêrs’i rahat bırakmamış, hep kapısına dayanmış, hep belasını sürmüş. Bazen bir şafak vaktinde gelmiş, bazen gece yarısı karanlığında. Bu defa 27 Kasım 1993 günü, yine bir gece vakti, ilk defa gördükleri eli silahlı adamlar köye dalıyor, önceden belirledikleri kapılara dayanıyor, “Buranın yabancısıyız, Bulanık’a gideceğiz. Arabamız gölün yakınında çamura saplandı, mümkünse yardım edin…” diyorlar. Arabaları çamura saplanmış yalanıyla İhsan Karababa, Bedrettin Karatay, Kasım Oruç ile Behçet Barış adlı köylüleri evlerinden çıkartıp götürüyorlar. İlk defa gördükleri bu yabancı adamların elinde bir liste olduğunu ve bu listeye göre kapıları çaldıklarını fark eden köylüler, tepki gösterip çocuklarını ellerinden almaya çalışıyor. Tartışmanın büyümesi üzerine aralarında Kenan Caf ile Ferit İmrak adlı itirafçıların da bulunduğu kontrgerilla timi, 4 köylüyü silah zoruyla yanlarına alarak Kêrs’ten ayrılıyor. Yaklaşık beş dakika sonra da silah sesleri geliyor. Köylüler, silah seslerinin kendilerine kurulmuş bir tuzak olabileceğini düşünerek sabaha kadar evlerinden çıkmıyor. Sabah ise Nazik gölünün kıyısında 4 köylünün cenazesiyle karşılaşıyorlar. İşte Kêrs’in en büyük kıyameti o gün kopuyor…
*
Kar durmuyor, benimle inatlaşmış gibi gittikçe daha fazla bastırıyor, göz gözü görmüyor adeta. Daha fazla gecikmeden köyden çıkıyoruz, az ötedeki Nazik gölüne yöneliyoruz, yol üstündeki Ahmedê Îso’nun mezarı, Şeyh Bab’ın türbesi,Silêmanê Remo’nun, can yoldaşı Îzed Begê Xwêtî ve yeğeni Sidikê Gülnazê ile kucak kucağa yattığı mezarları, bir de Rüstem’in can olduğu mezarlığı ziyaret ediyoruz. Yoğun kar bile bize engel olamıyor, epey zorlansak da sonunda Nazik gölüne varıyoruz. Arabadan inip bakınca Nazik’e, az önce mezarını ziyaret ettiğim Hesiçê, belki de Rimêlan, yada Afrinli Rüstem’in dalgalar arasında bir görülen, bir kaybolan gül yüzünü görür gibi oluyorum, ürperiyorum. Gölün hiç durmayan, insana nefes aldırmayan karlı rüzgarla yükselen dalgalarına dalıp giderken Bitlis’e, Tatvan’a, Hizan’a çıkan tüm vadileri, Xerzan’ın kalbine açılan Şirvan’ın yol vermez dağlarını, illaki Geliyê Şêx Cimo’yu hatırlıyorum, bir de kafalarına kurşun sıkılmış Kêrs’in gencecik kızlarının tatlı mı tatlı, güzel mi güzel, pir û pak gül yüzleri gözlerimin önüne geliyor, bir anda dayanılmaz bir acı bedenimi sarıyor, çaresizce yere çömeliyorum, Kekê İhsan olmasa kala kalacağım orada, Nazik gölünün kenarında…