1970’li yıllar kapitalizminin en önemli göstergesi, çokuluslu şirketlerin doğuşu ve yaygınlaşmasıdır. Bu yaygınlaşmayı, küreselleşme adıyla ve “yeni” olarak sunan kapitalizm, SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle ideolojik rekabeti de geride bırakmış, dünyanın tek belirleyeni olmuştur. Küreselleşmenin en temel göstergesi, sermaye dolaşımı ve karşılıklı bağımlılığın artmasıdır. Dolaşım serbestisi, yatırımcılara kârlılığın ilk sıraya alınmasının fırsatlarını yaratmış, yatırımcılar da, bu fırsatlardan istifade amacıyla sınır tanımayacak şekilde yeni pazarlara yönelmişlerdir. Para hareketlerinin bu denli dolaşımı, ekonomik temelli uluslararası örgütleri doğurmuş, neo-liberal dünya düzeni pekişmiştir.
ABD, kendi kontrolündeki tek kutuplu uluslararası sistem sayesinde, dünyanın çeşitli bölgelerinde rahatlıkla hareket etmeye başlamıştır. ABD’nin Küreselleşme ya da Yeni Dünya Düzeni adı altında sunduğu, gerektiğinde silah zoruyla dayattığı bu ilişkiler ağı, uyulması gereken bir norm halini almıştır. Tek kutuplu dünyanın ABD hamiliğinde sunduğu bu düzen, sınır tanımaz hak ihlâllerini beraberinde getirmiş, kapitalizmin kâr hırsının ürünü rekabeti artırmıştır. Gelir dağılımı adaletsizliği, kabul edilemez boyutlara ulaşmıştır. Bu adaletsiz dağılım, istikrarsızlık yaratmıştır.
Geri kalmış ülkelerdeki istikrarsızlık, başta bağımlı ekonomileri ve yönetimlerindeki diğer zafiyetler nedeniyle, daha sarsıcı gelişmelere neden olmuştur. Geri kalmışlığın; ekonomi, eğitim, barınma, güvenlik, sağlık, ulaşım, hukuksal altyapı yoksunluğundan kaynaklanan sorunları, tüm toplumsal yapıyı derinden etkilemiş ve istikrarsızlık adeta hayat tarzı olmaya başlamıştır. Bu istikrarsızlık derin sarsıntılara yol açmış, ülke yönetiminden sorumlu siyaset kurumunu, devlet erkini mutlak kontrole yönlendirmiştir. Bu amaçlı siyasetin ana gündemini, istikrarsızlık kaynaklı olabilecekleri her aşamada kontrol etme belirlemiş ve devletin faaliyetleri de bu gündeme uygun biçimde hayat bulmaya başlamıştır. Bu amaçlı devlet politikaları; insanların “kutsalları” olarak adlandırılan milliyetçi akımları ve radikal dini yapıları ülke siyasetlerinin merkezine oturtmuştur.
Milliyetçi akımlar ve dinsel değerlerin merkeziyetçi devletlerde siyasetin ana eksenine yerleşmesi, hayatı belirgin şekilde etkilemiştir. Merkezi devletlerin kuruluşu, radikal bir ideoloji üzerinedir. Tüzel kişilik tekdir ve o da devletindir. Yönetim politikaları merkezden belirlenir. Kararlar merkezden alınır. Yürütme yetkisi merkezdedir. Hizmetler konulara göre bölünerek Bakanlık şeklinde örgütlenir. Yerel yönetimlere, merkezin belirlediği sınırlar içinde yönetim yetkisi tanınır. Kuruluşunun temel felsefesi, toplumun tüm üyelerini, “tek” olanda eşitlemektir. Devlet kurumları bu amaca ulaşmak için, tanımlı işleri yapmak üzere görevlendirilir. Yazılı kurallar olan bu görevlerle ilgili işleyiş, süreç içinde bireysel özgürlükleri ortadan kaldıran siyaseti, merkezi devlet aklı olarak kalıcılaştırır.
Otoriter rejimlerde rejimin kurallarını, devletin asli görevlerinin nasıl yürütüleceğini ve sistemin nasıl işleyeceğini; askeri cunta yönetimi, tek parti yönetimi ve ya lider temelli siyasal yapılardan biri belirler. Burada adı geçen yönetim modellerinin kendilerine özgü yapıları vardır ve bu yapıya uygun şekilde biçimlendirilmişlerdir. Gerçek hayatta bu yönetim modelleri birbirlerinin özelliklerini belirli derecede bünyelerinde barındırırlar. Lider temelli siyasal sistemin belirgin özelliği; yasama, yürütme ve yargı erklerinin, mutlak biçimde lidere bağlı siyasi parti tarafından işletilmesi ve denetlenmesidir. Bu işleyiş ve denetim mekanizması katı bir anlayışla sürdürülür. Bu işleyişin ısrarla sürdürülmesi, süreç içinde devletle, yönetim sorumluluğu olan partinin aynı anlamı, yani parti devleti ya da devlet partisi gibi ifade edilmesini beraberine getirir. Bu anlayış hayat tarzı olmaya başlar ve hayatın normali gibi kabul görür.
Lider kültü merkezli siyasal yapıların vazgeçilmezi popülizmdir. En belirgin söylemleri, devlet eksenlidir. Devleti merkeze alan bir anlayışla hareket edilir ve devletin “kutsiyeti” her zaman vurgulanır. Bu devletin nimetlerinden faydalanıyorsunuz. Nimetlerden yararlananlar, devletin yaptıklarına tabidir. Bu devlet size neler bahşetti!!!, haklarınıza razı olun ve şükredin!!!!!!!!
Popülist siyaset ısrarla, devlet ve hükümetin aynı anlamda algılanacağı siyasi beyanlarda bulunur. Halkın çoğunluğu bu ayrımın farkında bile değildir. Oysa devlet, anayasa olarak adlandırılan yazılı mutabakat metniyle vücut bulan tüzel kişiliktir. Tüm vatandaşlara eşit uzaklıkta ve yansız ve de lâik olmalıdır. Yürürlükteki mevzuat uyarınca hükümet etme hakkı kazanan ise, yine mevzuatın belirlediği sürelerde yönetim görevi yapacak olan hükümettir.
Devlet ve hükümet ayrımının çoğunluk tarafından bilinmediği ortamlarda, insanlar basit eleştiri haklarını bile kullanmaktan korkar, çekinirler.
“Allah devlete zeval vermesin”!!!!!!!!!!!