Ali Abbas YILMAZ / ÖZEL
PKK kentleri terk etsin, asker birliklere çekilsin
Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset bilimi ve uluslar arası ilişkiler bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Cuma Çiçek, Dolmabahçe mutabakatının bozulması, yeni çözüm sürecinin olanakları, başkanlık sistemi, Sur’daki ‘acil kamulaştırma’ kararı, bölgede yaşanan çatışmalar ve Kürt sorunun çözümüne dair önemli açıklamalarda bulundu. Bölgedeki çatışmaların sona ermesi için önemli bir tespitte bulunan Çiçek, “Birinci adım olarak PKK kentleri terk edebilir, geri çekilebilir. Devlet de, asgari asayiş işleri dışında bütün güvenlik kuvvetlerini, PÖH, JÖH gibi bütün birliklerini çekip asgari güvenlik sınırlarına dönebilir. İkinci olarak belki bir yas ilan edilebilir” önerisinde bulundu.
Halk faturayı PKK ve devlete kesecek
Bölgede yaşanan çatışmalardan dolayı halkın faturayı PKK ve devlete keseceğini belirten Çiçek, “Halk yaşadığı bu mağduriyeti her iki tarafa da fatura edecektir. Türkiye ölçeği için konuşamam ama Diyarbakır ölçeği için konuşabilirim. Şuan insanlar devletin uyguladığı şiddet karşısında bir şok içerisindeler” dedi.
Mardin Artuklu Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Cuma Çiçek, gazetemize verdiği kapsamlı röportajda Dolmabahçe mutabakatının bozulması sürecine, yeni bir çözüm sürecinin olanaklarına, başkanlık sistemi ve yerel yönetim tartışmalarına, Sur’daki ‘acil kamulaştırma’ kararından kentsel dönüşüm deneyimlerine ve daha birçok konuya ilişkin önemli değerlendirmelerde bulundu.
1- Dolmabahçe mutabakatını bozan nedenler üzerine değerlendirmeleriniz nelerdir?
‘Dolmabahçe’yi birikmiş krizlerin bir patlama anı olarak okumak lazım’
Dolmabahçe mutabakatı tam da Kürt meselesinin şiddetten siyasete kayabilmesi için önemli bir eşikti, ancak o eşik aşılamadı. Ama bunu o eşik anında ortaya çıkan bir kriz olarak okumak bence yetersiz olacaktır. Dolmabahçe’yi birikmiş krizlerin bir patlama anı olarak okumak lazım. Aslında Dolmabahçe öncesi ki yıl öyle sağlıklı yürüyen bir süreç değildi. İki yıl boyunca birçok krizin olduğunu ve bu krizlerin çözülmediğini, ertelendiğini, biriktiğini görüyoruz. Buna bir iki örnek verecek olursam, Rojava meselesi aslında daha işin başından itibaren gündeme gelmiş ve tarafların anlaşamadığı bir meseledir. Ya da örneğin PKK’nin silahlı güçlerinin geri çekilmesi konusunda taraflar yasal çerçeve öngörüyorlardı. En azından Kandil ve İmralı’nın böyle bir talebi vardı ama devlet bu konuda ketum davranıp bir yasa çıkarmadı. Ve buna rağmen geri çekilme başladı ama sonra akamete uğradı. Dolmabahçe’yi 2 yıllık birikmiş krizlerin bir patlama anı olarak okumak lazım.
‘Taraflar üzerinde bir toplumsal baskı, bir demokratik denetim mekanizması yoktu’
Peki, neydi bu kriz ve niye patlamaya uğradı? Bunu iki başlık üzerinden okuyabiliriz. Bir, diyalog ve müzakere sürecinin mimarisi her an dağılmaya müsait bir mimariydi. Bunu söylerken şunu ifade etmek istiyorum: Taraflar üzerinde bir toplumsal baskı, bir demokratik denetim mekanizması yoktu. Örneğin taraflar arasındaki verilmiş sözleri kamuoyu bilmiyordu ya da o sözler karşısında bir tarafı zorlayıcı bir mekanizma söz konusu değildi. Üçüncü bir tarafın olduğu, farklı toplumsal grupların süreci izleyip denetleyebileceği, en azından bir taraf masadan kalktığında ona bir fatura çıkarabileceği bir mekanizmadan bahsedemiyoruz. Yine zamanlama açısından bir eylem takvimi olmadığını biliyoruz. Ya da eylem takvimi sonrasında varılacak hedefin çok net olmadığını biliyoruz. Yani hem içerik hem de zamanlama bağlamında taraflar dışındaki aktörlerin denetimine açık bir çözüm mimarisi söz konusu değildi. Öz olarak mekanizma iyi kurulamadı, zaman iyi kullanılamadı, taraflar verdikleri sözleri yerine getirmediler.
2- Bölgedeki hendek- barikat sorununa yaklaşımınız nedir?
‘Bu yol kazananı olmayan, herkesin kaybettiği bir yol’
Öncelikle söyleyeyim bu büyük bir yıkım. Bu yol kazananı olmayan, herkesin kaybettiği bir yol. En başta da toplumun kaybettiği bir yol. Bugün rakamlara baktığımızda 1.6 milyonluk bir nüfusun bu süreçten doğrudan etkilendiğini görüyoruz. En son Sağlık Bakanlığının verdiği rakama göre 350 bin kişi yerinden yurdundan olduğu zorunlu bir göçten bahsediyoruz. Cumhurbaşkanının verdiği rakamı esas alırsak 5 bin 500’e yakın insanın öldüğü, yine Genel Kurmay başkanlığının ya da PKK’nin verdiği rakamlara baktığımız zaman 2 bin 500 - 3 bine yakın askerin, polisin, sivil yurttaşların, silahlı militanın yaşamını yitirdiği bir can kaybından bahsediyoruz. En son TİHV’in rakamına göre minimum 310 sivil insan bu çatışmalarda yaşamını yitirdi. Şimdi mevcut gidişat üzerinden işin doğrusu ne toplumun kazandığını söyleyebiliriz, ne devletin ne de örgütün bir yol alabildiğini söyleyebiliriz. Hani çözüm süreci bir kazan kazan oyunu kurmaktı, yani iki tarafın da kazandığı bir denklem kurmaktı ama şuan her iki tarafın da kaybettiği bir süreci yaşıyoruz. Bugün her iki tarafın da kaybet-kaybet üzerine kurduğu bu denklemde asıl olarak da toplum kaybediyor. Tabii ki, bu anlamı ile toplum için bu bir yıkımdır ve çözüm sürecinin ruhundan tam anlamıyla bir sapayı ifade etmektedir. Tam da Kürt meselesini şiddetten arındırıp siyaset alanında bir diyalog ve müzakereye dayalı çözüm arayışı varken bunun tersine, bunları bir tarafa bırakan şiddete dayalı, karşı tarafı fiziki olarak bertaraf etmeye dayalı bir yöntemle yol almaya çalışan bir tabloyla karşı karşıyayız. Ama kişisel kanaatim bunun daha fazla uzamayacağı ya da bu sapmanın yeniden bir çözüm yoluna gireceği yönünde.
3- Türkiye ve bölge bu şiddet girdabından nasıl çıkabilir, bu konuda neler düşünüyorsunuz?
‘Masa dışında bir çözüm yok’
Bunun çıkışı bir şekilde olacak, çünkü masa dışında bir çözüm yok. Aslında mesele masaya dönüp dönmeyeceğimiz meselesi değil, masaya ne zaman döneceğimiz meselesi. Bütün deneyimler bize masaya dönüş dışında bir yolun olmadığını söylüyor. Bu anlamıyla bugünkü temel mesele masaya en erken nasıl dönüleceği. Masaya dönüş imkânı var mı? Bir defa şunu belirteyim, 2013 Newroz’unun çok gerisindeyiz. Bugün çözüm sürecinin başladığı noktanın çok gerisine düşmüş durumdayız. O nedenle yeni sürecin 2013’ten çok daha geride başlayacağını görmek zorundayız.
‘Barışı bir kuşak daha erteledik’
Yazdığım yazılarda iki kavram kullanıyorum ve bu ikisinin aynı olmadığını söylemeye çalışıyorum. Birincisi barış, diğeri siyasi çözüm. Barıştan kastım Kürt meselesinin yaratmış olduğu bütün bu on yıllık yüz yıllık yıkımlarla yüzleşme, tarihsel eşitsizlikleri ortadan kaldırma, bir helalleşme. Gerçek bir eşitliği inşa etme, adaleti sağlama bağlamında barış bugün çok daha zor. Bu son 8 aydan önce de çok zordu ama geldiğimiz nokta itibariyle bunun çok daha zorlaştığını düşünüyorum. Biraz kötümser bir tablo olacak ama barışı bir kuşak daha erteledik diyebilirim. Zaten dünya örneklerine baktığımızda da bu tür vakalarda geçek bir normalizasyon bir iki kuşak sürüyor. Yani kâğıt üzerinde, legal düzeyde siz bir eşitliği inşa etseniz bile, bir takım yaraları sarsanız bile bunun topluma nüfuz etmesi, sokağa yansıması bir iki kuşağı buluyor. Bence bugün bu olan bitenlerin önümüzdeki yıllarda Kürt meselesine çok derin bir etkisi olacak. Bu anlamıyla gerçek anlamda bir barış bugün çok daha zor.
‘Yeni bir mimariyi konuşmamız lazım’
Bununla beraber siyasi çözüm bence hala mümkün. Bundan kastım da Kürt meselesinin şiddetten arındırılıp, tarafların mutabakata vardıkları bir çerçeve üzerinden çözümü. En azından şiddetin bu bağlamıyla devre dışı bırakılması ve bir siyasi çözüm geçmişe göre daha zor olsa da hala mümkündür. Siyasi bir çözüm için somut bağlamda bence iki şeye ihtiyaç var. Birincisi bizim yeni bir mimariyi konuşmamız lazım. Çözüm sürecinin mimarisi nasıl olmalı. Örneğin zamanın kötü kullanımı, verilen sözlerin tutulmaması, müzakere çerçevesinin net olmaması gibi sorunların giderilebildiği daha net bir çerçeveye ihtiyaç var. Bunun da birkaç kritik boyutu var. Bir, bir tanışma, temas olarak bence yeterli bir deneyim ortada var. Son beş yıldır Oslo süreciyle birlikte taraflar birbirlerini keşfettiler. Ana akım Kürt hareketi ne istiyor, hükümet vizyonu ne bu konuda bir keşif ve diyalog aşaması bence yeterince sağlandı. Geldiğimiz nokta itibariyle bir eylem planına ihtiyaç var. Bundan sonraki sürece dair nasıl bir yol alınacaksa daha net bir plan üzerinden ortaya konulmalıdır. Kişisel kanaatim şu: Bu planın 4 ana başlığı içermesi gerekir. Bunlardan ilkini kamu yönetimi ve ademi merkezileşme oluşturuyor. İkincisi dilsel ve kültürel çoğulculuk meselesi, daha somut olarak Kürtçenin yeniden üretimi ve yeni kuşaklara aktarımı meselesi. Ana akım Kürt hareketi bu konuda ne istiyorsa açık açık ortaya koyması lazım. Buna karşı hükümetin bu meseleye dair çözümü ne ise, sadece seçmeli ders boyutunda mı kalacaklar, liselerde devreye giren iki dilli liseler ileriye gidecek mi, ya da bu kademeli mi olacak her ne ise bu konuda daha net bir çerçevenin ortaya çıkması lazım. Üçüncü olarak siyaset alanının genişletilmesine dair bir başlığın önemi söz konusu. Dördüncü olarak da PKK’nin silahsızlandırılması. Bu dört başlıkta daha net bir eylem planına ihtiyaç var.
‘İlk olarak bir çatışmasızlık halinin olması lazım’
Tabii ki, daha somut bağlamda bugün ilk olarak bir çatışmasızlık halinin olması lazım. Bu somutta nasıl olabilir? Bir yıl öncesine kadar PKK’nin sınır dışına çıkmasını tartışıyorduk, bugün öyle bir noktaya geldik ki, şiddet kentlere yayılmış durumda. Bu aşamada kentlerin silahsızlandırılması birinci adım olabilir. Bu bağlamda PKK kentleri terk edebilir, geri çekilebilir. Devlet de asgari asayiş işleri dışında bütün güvenlik kuvvetlerini, PÖH, JÖH gibi bütün birliklerini çekip asgari güvenlik sınırlarına dönebilir. İkinci olarak belki bir yas ilan edilebilir. Bugün 3 bine yakın insanımızı kaybettik ki, rakamın daha da yüksek olma ihtimali de var. Barışın inşası için bir günlük, üç günlük bir yas ilan edilebilir. Belki ondan sonra çeşitli adımlar devreye girebilir. Ama şehirlerdeki bu silahlı yoğunluk devam ettiği sürece işin doğrusu yol almak çok mümkün değil.
4- Hükümetin yeni bir çözüm süreci başlatma ihtimali var mı bu konudaki değerlendirmeleriniz nelerdir?
‘Bu çatışma süreci ne kadar sürdürülebilir?’
Soruyu tersinden soralım, hükümetin mevcut gidişatı sürdürme imkânı var mı? Bu çatışma süreci ne kadar sürdürülebilir? Şuradan baktığımızda aslında işin çok sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Türkiye NATO üyesi bir ülke, dünyanın 17. büyük ekonomisine sahip ve ihracat ve ithalatını %55-60’ını Batı ekonomileriyle yapan bir ülke. Böylesi bir ülkede mevcut gidişat, her yerde her an bir bombanın patlayabildiği, kimi kentlerin 3 ay, 100 gün boyunca kapatılabildiği bir ülke ne kadar devam edebilir? Hükümet cephesinin bu güvenlik politikasını daha fazla sürdürebileceği kanaatinde değilim. Çünkü ne Türkiye’nin ekonomisi bunu kaldırabilir ne uluslar arası konumu bunu kaldırabilir. Uluslar arası alanda çok ciddi seslerin yükseldiğini görüyoruz. Her an her yerde bir bombanın patladığı, güvenliğin olmadığı, hukuk devleti konusunda dikkate değer gerilemenin yaşandığı bir ortamda siz yabancı sermayeyi burada nasıl tutacaksınız ya da yeni yabancı yatırımcıyı buraya nasıl davet edeceksiniz. Yabancı sermaye bir yana, bugün Türkiye’de ciddi anlamda bir orta sınıflaşma var ve evinden sokağa çıkamayan, Metroya binemeyen, AVM’ye gidemeyen bir orta sınıf tablosunu hükümet ne kadar yönetebilir? Şuan sokaktaki algı bütün bu olumsuzlukların geçici olduğu ve biteceği yönünde ama şuna dönüşürse ki, gidişat ona doğru, bu güvensizlik halinin sürekli olduğu algısı toplumda hakim olmaya başlarsa işin doğrusu hükümetin bu süreci çok da yönetebileceği kanaatinde değilim. Bugün Sur’da 100 günlük bir sokağa çıkma yasağı gördük ve yanıbaşımızda çatışmalara tanık olduk. Cizre hakeza gözler önünde. Bu çatışmaların bütün bir bölgeye yayılma, batıya yayılma, Türkiye ölçeğinde gündelik hayatın felce uğratma riski var. Toplumun beklentisi, daha fazla çatışma yaşanmadan, daha fazla insan ölmeden, bu iş tamamıyla çığırından çıkmadan tarafların bu durumu görmesi ve bir şekilde durmasıdır.
5- Bölgede yaşanan bu çatışmalı süreçte halkın tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz, sizce halk yaşadığı mağduriyetin faturasını kime - HDP, AK Parti- çıkarır?
‘Cizre, Van depreminden daha büyük bir deprem yaşamış’
Halk yaşadığı bu mağduriyeti her iki tarafa da fatura edecektir. Türkiye ölçeği için konuşamam ama Diyarbakır ölçeği için konuşabilirim. Şuan insanlar devletin uyguladığı şiddet karşısında bir şok içerisindeler. Bir kentin 100 gün boyunca kapatılması... Cizre’deki rakamları hatırlıyorum, Van depreminde 2100 ev ağır hasarlıydı, Cizre’de bu rakamın 2700 olduğu söyleniyor. Cizre, Van depreminden daha büyük bir deprem yaşamış. Bence şuan sokağın temel algısı, öfkesi her iki tarafa da dönük. Şuan AK Parti camiasında şöyle bir algı var, şimdi bu olan bitenden sonra sokaktan PKK’ye dönük bir baskı oluşacak, insanlar bunların yüzlerini gördüler bir daha bunlara selam vermezler gibi bir algı var. Tabii ki, sokakta PKK’ye, HDP’ye karşı bir öfke, itiraz olduğu açık. Ama bu, insanların hükümete ve devlete sıcak baktığı anlamına da gelmiyor. Hatta hükümete daha büyük öfke duyuyorlar. Halkın her iki tarafa olan bu tepkisi seçimlere mi yansır, gündelik siyasete mi yansır bu konuda net bir şey söyleyemem. Somut olarak şunu söyleyebilirim, toplumda siyasete karşı ciddi bir güvensizlik oluştu. Türkiye’deki siyaset kurumuna, siyasi partilere, siyasi aktörlere karşı ciddi bir inanç kırılması yaşandı. Ben bu süreçten ne AK Partinin ne de ana akım Kürt hareketinin büyüyerek çıkacağını zannetmiyorum. Büyük ihtimalle sandık başına gitme oranı azalacak. Yani siyasi aktörlerle çok daha az temas kuran, siyasete olan güveni kırılmış bir sokakla karşı karşıya kalacağız.
6- Rojava'daki gelişmelerin bölgede yaşanan çatışmalı süreçteki etkisi nedir, Rojava'daki olası yeni gelişmeler bölgeyi ve yeni bir çözüm sürecini nasıl etkiler?
‘Kürt meselesi tek başına bir Türkiye meselesi değil’
Kürt meselesi tek başına bir Türkiye meselesi değil. Çünkü Kürt coğrafyası şuan dörde bölünmüş durumda. Kürtler dört ülkenin siyasi egemenliği altında yaşıyor. Dolayısıyla, Kürt meselesinin jeopolitiği bu meselenin ana parametrelerinden birini oluşturuyor. Bu dün de böyleydi, yarın da böyle olacak. Kürt meselesine dair konuşacaksanız ilk bakmanız gereken parametre jeopolitik. Yani bu dört ülkenin pozisyonu, buradaki Kürtlerin konumu ve birbirleri arasındaki etkileşim birinci parametre olarak önümüzde duruyor. Çözüm sürecinde de bu böyleydi. 2013 Newroz deklarasyonunu hatırlarsanız orada da Türkiye’nin Kürtlerle ilişkisini bölgesel ölçekte yeniden kuracağı bir çerçeve çiziliyordu. Tek başına Türkiye Kürtlerini değil, Irak, Suriye, İran Kürtlerini kapsayan yeni bir sayfa açmaya davet ediliyordu. Ki çözüm sürecinin çöküşüne de baktığımızda Rojava’nın çok kritik bir mesele olduğunu görüyoruz. Rojava’da PKK’ye yakın bir hareketin yönetiminde bir bölgenin oluşması ve buradaki siyasi yönetimin Rusya, ABD gibi uluslar arası aktörlerle doğrudan temas kurması, çözüm sürecindeki kırılma dinamiklerinden birini, belki de esasını oluşturuyor. Bu anlamda yeni bir çözüm süreci olacaksa bu bölgesel bir denklem içinde kurulmadan olmayacaktır.
‘Türkiye’nin sınırları içinde bu meseleyi çözemezsiniz’
Türkiye’yi yönetenlerin başta şuna karar vermesi lazım, bölgesel ölçekte Kürtlerle nasıl bir ilişki kuracaklar. Çünkü şuan bölgede yükselen bir Kürt dalgası, dinamiği var. Irakta bir federe devlet var, Suriye’de kantonlar kuruldu. Ve görünen o ki, Suriye’de gidişat ne olursa olsun, Kürtler üç aşağı beş yukarı bugünkü pozisyonlarını koruyacaklar. Bu saatten sonra Kürtlerin yok sayıldığı bir Suriye olmayacak. Türkiye’nin karşısında temel soru şu: Türkiye Ortadoğu’da yükselen bu Kürt dalgasının karşısında durmaya devam mı edecek, yani bu dalgayı kırmaya mı çalışacak, yoksa aslında bu dalgayı, kendi nüfusunun, coğrafyasının %15-20’sini oluşturan ve ciddi anlamda tarihsel olarak haksızlığa uğramış olan Kürtlerle yeni bir ilişki kurmanın, yeni bir sayfa açmanın bir fırsatına mı dönüştürecek? Aslında çözüm süreci başında ikinci cevabı veriyordu. Yani bunu fırsata dönüştürme ya da Ortadoğu’da yükselen bir kriz öncesi en azından içeride bu işi şiddetten arındırıp, bir siyasal çözüm oluşturup Ortadoğu’da bir güvenli bölge yaratma çerçevesiydi. Türkiye şuan olduğu gibi bu dalgayı bir tehdit olarak okumaya devam mı edecek yoksa bunu tarihsel eşitsizliği ortadan kaldırma, yeni bir sayfa açmanın fırsatı olarak mı değerlendirecektir? Zaten bölgesel bir denklem kurmadan Türkiye’nin sınırları içinde bu meseleyi çözemezsiniz. Ya hem Rojava’da dalgayı kırmaya hem de Türkiye’de şiddet ve güvenlik politikasıyla Kürt meselesini bastırmaya çalışan bu gidişat devam edecek ya da bu gidişattan Türkiye’nin ne kaybettiği görülecek ve yeni bir sayfa açılacak.
‘Siyasi çözüm dışında bir seçenek yok’
Şuan Suriye’deki Kürtleri engellemede Türkiye’nin bir kazancı var mı? Suriye’de Kürtleri engellemek, Türkiye’de bu meseleyi silah ve şiddetle çözmeye çalışmak bir çözüm değil ki zaten. Sadece Cizre’ye, Sur’a baksak bile bunun çözüm olmadığını göreceğiz. Geçen hafta Ankara’daydım, insanlar Kızılay’a inmekten çekiniyor. Böyle bir tablo ile karşı karşıyayız ve gidişat hiç iyi değil ve Türkiye’nin kaybettiği bir yol içerisindeyiz. Ortadoğu’daki Kürt dalgasın ortadan kalkma ihtimali var mı, bu da mümkün değil. Ne Irak’ta ne de Suriye’de Kürtlerin taleplerinden, kazanımlarından vazgeçeği var ne de Türkiye’de. Bugün Türkiye’de 15 milyonluk bir Kürt nüfusundan bahsediyoruz. HDP’nin 5 milyon oyu var ve bu yetişkin 5 milyon oy nereden baksanız 8-9 milyonluk bir nüfusa denk düşüyor. Şimdi bu dokuz milyonun bu saatten sonra Türkiye’nin o bildik, tek millet, tek devlet, tek dil söylemine dönmesi, bunu kabullenmesi mümkün değil. Bu 9 milyon insanla ne yapacak hükümet? Güvenlik siyasetiyle bu nüfusun sosyo-politik ve sosyokültürel taleplerini ortadan kaldırması mümkün mü? Bu anlamıyla ortada bir siyasi çözüm dışında bir seçenek yok. Özetle, Türkiye’nin bu Kürt dalgasıyla yüzleşebilme, Kürtlerle yan yana durma ya da o dalgayı arkasına alma becerisinin gidişatımızı belirleyeceğini düşünüyorum.
7-Sur’daki acele kamulaştırma kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?
‘Güvenlik siyaseti açısından riskli bölgeleri daha yönetilebilir kılmaya çalışmak’
Bu meselenin bence iki boyutu var: Biri güvenlik diğeri de kentsel rant meselesi. Güvenlik boyutu olarak bahsettiğim zaten mevcut siyasetin bir uzantısı. Mesele şu, eğer Kürt meselesi bir şekilde siyasi yöntemlerle çözülemezse bunun gideceği mecra belli, şiddet. Ve şiddette artık yeni bir olgu ile karşı karşıyayız. Artık bu şiddet sadece kırsal bölgede sınırlı kalmayacak ve şehirlere kayacak. Şehirlerde de Sur gibi, Cizre gibi mekânsal olarak hendek kazmaya, barikat kurmaya müsait bir mekân, sosyal bilimlerin diliyle söylersek “okunaklı olmayan mekânlar” devlet açısından güvenlik siyasetini zaafa uğratan alanlardır. Dolayısıyla temel perspektif şu: Sur, Cizre, Silopi gibi yerleri kentsel dönüşüm projeleriyle daha okunabilir, daha erişilebilir kılma, müdahaleye daha açık hale getirme stratejisidir. Bu da yeni bir şey değil. Fransa’da Paris Komününden sonraki sürece kadar gider. Paris’te işte bildiğimiz o büyük bulvarları, büyük yolları ya da tren hatlarını yapmalarının temel perspektifi, - o dönem bu planı yöneten kişi Hausman’dır – şuydu: Paris’i herhangi bir kriz anında, isyan durumunda askeri kuvvetlerin müdahale edebileceği bir mekânsal açıklığa, okunaklı bir alana dönüştürme. Eğer ki, devlet / AK Parti hükümeti bu meseleyi şiddet ve güvenlik siyaseti üzerinden okuyup bunun üzerine bir çözüm arayışına devam ederse bu tür araçlara ihtiyaç duymaya devam edecek. Bu gibi kentsel şiddetin yeniden üretilmeye müsait alanlarını, daha okunaklı, müdahaleye, erişime daha açık hale getirecek bir mekânsal yeniden inşa faaliyetine girişecektir. Bence kamulaştırma kararı bir yönüyle budur. Yani güvenlik siyaseti açısından riskli bölgeleri daha yönetilebilir kılmaya çalışacaktır.
‘Kentsel dönüşüm, arazinin kıymetli olduğu ama üzerindeki yapıların kıymetsiz olduğu alanlarda yapılır’
İkinci boyutu ise kentsel rant üretimi ve paylaşımıyla ilgili. Kentsel dönüşümde Türkiye’deki deneyime baktığınız zaman, - Ankara’daki Dikmen Vadisine kadar bu işi götürebiliriz- kentsel dönüşüm genelde arazinin kıymetli olduğu ama üzerindeki yapıların kıymetsiz olduğu alanlarda yapılır. Arazinin değerli olduğu alanda “kıymetsiz” yapılar yıkılır, oradaki vatandaşlar yerlerinden edilir ve bir şekilde mülklerinin değeri kadar ya da çok altında değerlerle satın alınır. Buradaki vatandaşlar ise, şehrin dışındaki alanlarda TOKİ gibi toplu konut üreten yapılar üzerinden evler verilir ve aradaki fiyat farkı da 10-20 yıllık borçlandırmalarla bir şekilde kapatılmaya çalışılır. Ve arazinin kıymetli olduğu yerde yıkılan “değersiz” yapıların yerine “değerli” yapılar inşa edilir, buradan bir rant üretilir ve bu rant paylaşılır.
‘Kentsel rantın belli güç odaklarına dağıtıldığı bir pratikle karşı karşıya kalıyoruz’
Şimdi rantın üretilmesinde bir sorun yok, mesele bu rantın kiminle paylaşılacağıdır. Bu rantı kamu otoritesi bütün kamuyla mı paylaşacak, yoksa belli bir iş camiasına mı devredecek. Kamu otoritesi, kamudan aldığı güçle, yetkiyle, kaynaklarla kamu adına karar alırken temel kriter şu: Kamu yararını esas almak. Kamu olarak vergi veriyoruz, kaynak yaratıyoruz, seçimlerde yetki veriyoruz ki, kamu kaynaklarını kamu yararına yönetebilsin. Ama Türkiye’deki kentsel dönüşüm deneyimine baktığımız zaman kamu yararı ilkesinin hayata geçtiğini pek görmüyoruz. Çoğu durumda bu kentsel rantın belli güç odaklarına dağıtıldığı bir pratikle karşı karşıya kalıyoruz. Bu anlamda aslında alternatif bir süreç de var. Yerinden dönüşüm dediğimiz, kentsel dönüşümün bir yerinden etme süreci olmaksızın, burada yaşayan yurttaşların bu rant paylaşımına dahil edildiği, kendi yerinde ama daha iyi mekânlarda kalabildiği dönüşüm projeleri de mümkün. Dünya’da bunun örnekleri de var. Ama Sur’da alınan ‘acil kamulaştırma’ kararına baktığınızda oradaki alanın hemen hemen tamamen kamulaştırıldığını görüyoruz. Sur’daki ‘acele kamulaştırmada’ yasal süreç bitmeksizin kamu otoritesi söz konusu alanlara el koyarak süreci başlatabiliyor. Bildiğim kadarıyla mülkün değerinin sadece 1/3’ünü bankaya yatırarak devlet yasal sürecin bitmesini beklemeksizin kentsel dönüşüm sürecini başlatabiliyor.
‘Sur Diyarbakır’ın göbeği, kalbi ve Sur’un arazisi en kıymetli araziler’
Sur’daki bir insan için gayet okunaklı olan o labirent tipi mekânlar aslında bir dert değil, tam da o insanların yaşamı. Tam da oraya adapte olmuş, kapısı komşusunun avlusuna açılır, onun avlusu öbürünün kapısına açılır, yani insanların çok yakın temas kurdukları bir sosyo-kültürel, sosyo-politik mekândan bahsediyoruz. Ama tabii ki, bir yabancı için buralar çok anlaşılmaz, okunamayan mekânlardır. Kentsel dönüşüm projeleriyle Ankara’dan bir mühendisinin mekânı, Sur’u görebileceği, okuyabileceği bir dönüşüm hedefleniyor. Sur Diyarbakır’ın göbeği, kalbi ve Sur’un arazisi en kıymetli araziler. Buradan oluşacak yeni yapılarla, yeni mimariyle yeni bir rant imkânıyla bunun aslında yeni sınıflara dağıtılmasından bahsediyoruz. Bildiğim kadarıyla Lalebey ve Alipaşa’da iki kentsel dönüşüm projesi var ve buradaki deneyime de baktığımız zaman insanlar Çöl Güzeli dediğimiz Diyarbakır’ın dışında TOKİ’nin evlerine yerleştirilmiş ve çoğu borçlandırılmış durumda.
8- Yerelden yönetimin güçlendirilmesi konusunda neler düşünüyorsunuz?
‘Adem-i merkezileşme Türkiye’de birçok nedenden ötürü bir ihtiyaçtır’
Bu konuda izlenen yol, yöntem bence sorunluydu. Ama adem-i merkezileşme Türkiye’de birçok nedenden ötürü bir ihtiyaçtır. Bir, Kürt meselesinin çözümü için bir ihtiyaç. İkincisi, Türkiye’nin nüfusu ve coğrafyası itibariyle daha iyi bir kamu yönetimi için ciddi bir ihtiyaç. Tek bir merkezden 75 milyonluk koca bir ülkenin yönetimi zaten mümkün değil. Türkiye gibi devasa bir ülkenin tek merkezden etkin ve verimli bir şekilde yönetilmesi mümkün olmadığından bu anlamda bir yerelleşmeye ciddi bir ihtiyaç var. Üçüncüsü, Türkiye’de bölgeler arasında ciddi düzeyde sosyo-ekonomik farklılıklar var. Bölgeler arası gelişmişlik farkı çok üst düzeyde ve bunun da aslında temel nedeni çevreden merkeze doğru kaynak aktarımıdır. Bu anlamda kaynakların yerelde kalacağı ve yerelin gelişimi için kullanabileceği bir sosyo-ekonomik gelişim için de bir yerelleşmeye ihtiyaç var. Hepsini geçtim, iyi bir demokrasi için de yerelleşmeye ihtiyaç var. Yerelleşmek bir anlamıyla da daha iyi bir denge ve denetleme mekanizması sunuyor. Yani gücün/iktidarın tek elde, bir merkezde birleştiği bir yapıdan, gücün dağıtıldığı ve bu merkezlerin karşılıklı olarak birbirini denetlediği, birbirini kontrol ettiği bir mekanizma demektir. Kürt meselesinde bağımsız olarak da Türkiye’de ciddi anlamda bir yerelleşmeye, ademi merkezileşmeye ihtiyacı var. İyi bir kamu yönetimi için, bir sosyo-ekonomik gelişme için, daha iyi kentler için, özü itibariyle yurttaşların daha iyi yaşaması için bir yerelleşmeye, adem-i merkezileşmeye ihtiyaç var.
‘Adem-i merkezileşme şiddet dalgası etrafında, gölgesinde kalmış bir meseleye dönüştü’
Tabii ki, Kürt meselesi gibi, etno-politik bir sorunun aşılması için de yerelleşme, adem-i merkezileşme ciddi anlamda fırsat sunabilecek bir çerçevedir. Ama geçtiğimiz 8 aylık döneme baktığımız zaman biz aslında bunların hiç birini konuşamaz hale geldik. Ne iyi bir kamu yönetimi meselesini konuştuk, ne bölgeler arası gelişmişlik farkını, sosyo ekonomik dengesizliği, ne dengeli mekânsal gelişimi konuştuk, ne kentlerin kalkınmasını konuştuk, ne yurttaşların daha etkin bir kamu denetimi bağlamında bir demokratikleşmeyi konuştuk, ne de ülke ölçeğinde daha iyi bir denge ve denetleme sistemi bağlamında bir yerelleşmeyi konuştuk. Tamamıyla aslında bu şiddet dalgası etrafında, gölgesinde kalmış bir meseleye dönüştü.
‘İktidarın bir şekilde paylaşılmadığı hiçbir model nihai bir çözüm sağlamıyor’
Dünya deneyimlerine baktığımız zaman bu tür etnik, etno-politik meselelerin çözümünde bir şekilde gücün paylaşımı gerekiyor. İktidarın bir şekilde paylaşılmadığı hiçbir model nihai bir çözüm sağlamıyor. Adem-i merkezileşme, yerelleşme de bu iktidar gücünün paylaşımı modellerinden bir tanesidir. Bu bağlamda da Kürt meselesini konuşacaksak, çözümü konuşacaksak bu iş zaten dönüp dolaşıp bir şekilde iktidar, güç nasıl paylaşılır, nasıl daha da dengeli bir hale getirilir bunu konuşacağız. Ama bunun bir kentsel şiddet sürecinin bir parçası haline gelmesi işin başında bu projeye de büyük bir darbe vurdu.
9- Türkiye’deki Başkanlık sistemi tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
‘AK Partinin başkanlık sistemi talebi bir yerelleşmeyi içermiyor’
Dünyadaki başkanlık sistemlerine baktığımız zaman aslında ciddi anlamda bir yerelleşmede var. Ya yerel düzeyde bir adem-i merkezileşme olarak ya bölgesel adem-i merkezileşme olarak ya eyalet ya federasyon biçiminde, aslında tam da başkanlığı denetleyici bir mekanizma olarak bir yerelleşmenin olduğunu görüyoruz. Şimdi Fransa’da bölge yönetimleri var ve yarı başkanlık sisteminin olduğu bir ülke. ABD zaten devletler birliği gibi geçer ve yasama gücünün her bir devlette olduğu bir yapıdan bahsediyoruz. Yani, yürütmenin güçlü olduğu yerlerde bu gücün sınırlanması ve denetlenmesi için yerel ölçekte bir mekanizmanın eşlik ettiğini görüyoruz. Ama şimdi Türkiye’de böyle bir süreç işlemiyor. AK Partinin -en azından kamuoyuna yansıyan bilgiler üzerinden söylersek-, başkanlık sistemi talebi bir yerelleşmeyi içermiyor.
10- Kürt sorununun kalıcı ve barışçıl bir çözümü konusunda değerlendirmeleriniz nelerdir?
‘Birincisi, il düzeyinde bir adem-i merkezileşme, diğeri ise, bölge ölçeğinde bir adem-i merkezileşme’
Benim gördüğüm kadarıyla önümüzde makul olan iki seçenek var: Birincisi, il düzeyinde bir adem-i merkezileşme. Yani 81 il ölçeğinde ve Vali’nin de seçimle başa geldiği geniş yetkilere sahip bir adem-i merkezileşme. Diğeri ise, bölge ölçeğinde bir adem-i merkezileşme. Türkiye’de 2004 yılında kalkınma ajansları kuruldu. Şuanda zaten Türkiye’de sosyo ekonomik planlamalar için hali hazırda 26 bölge var. Ana akım Kürt hareketi 20-25 bölge diyor. Bu 26 bölge zaman içerisinde bir takım idari, siyasi yetkilere kavuşursa ve bir bölge meclisine dönüşebilirse bir bölgesel adem-i merkezileşme diyebileceğimiz bir çözüm olabilir. Benim gördüğüm, birincisi tarafların daha kolay uzlaşabileceği bir çözüm olabilirken, ikincisi belki müzakereler sonrası mümkün olabilir.
‘Türkiye’nin önündeki makul çözüm bir adem-i merkezileşme’
Belki temel çatışma şuna dönüşebilir, özerklik sınırları ne olacak? Her bir adem-i merkezi modelde her bir ünitenin yetkileri, kaynakları, bütçesi ne olacak. Hangi konular merkezde kalacak hangileri yerele devredilecek gibi konular çatışma konuları olarak kalabilir. Ama işin doğrusu şuan hem Türkiye’nin nüfusu, coğrafyası, hem Kürt meselesinin varmış olduğu boyut, Rojava, Hewler, bu denkleme baktığımız zaman Türkiye’nin önündeki makul çözüm bir adem-i merkezileşme. Bunu ya yerel/il ölçeğinde ya da bölge ölçeğinde yapmak. Bu adem-i merkezileşme örneğin dil konusunda, Türkçe bütün ülkede resmi ve zorunlu dil olarak kalmak şartıyla, örneğin her bir ilde, ilçede ikinci, üçüncü bir dilin de resmi bir dil olarak kabul edilebileceği bir çerçeveyi de barındırabilirse - diyelim ki Mardin meclisi Türkçe ile beraber Arapça ve Kürtçeyi de resmi dil ya da eğitim dili yapabileceği bir karar gücüne sahip olsa- bence en azından dil meselesi çözülür.
‘Ben çözümün çok uzak olduğunu düşünmüyorum’
Tabii ki, başka siyasi aktörlerin çözüm önerileri olabilir. Ki bugün Türkiye’de federasyonu savunan partiler var. HAK-PAR, KADEP, PAK, ÖSP, HÜDAPAR gibi partiler elbette ki yasal demokratik yöntemlerle farklı çözüm önerilerini gündeme getirebilirler. Ama en azından bir adem-i merkeziyetçi çözüm etrafında Kürt meselesini şiddetten arındırabiliriz. Tersinden baktığımızda bunca yıkıma ölüme karşı, önünüzde makul bir seçenek; adem-i merkeziyetçi bir çözümle Kürt meselesini şiddetten arındırmak gibi bir şansımız varken bugün olan biteni niye tercih edelim. Bu kadar yıkım, can kaybı, koca şehirlerin yerle bir olması niye? Bence vatandaşların bunu sorması lazım. Diyarbakır’daki, Ankara’daki, Edirne’deki insanın çıkarına olan bir yol mudur bunu sormak lazım. Ben çözümün çok uzak olduğunu düşünmüyorum.
‘Biz bir kanlı 5-10-15 yıl yaşayıp tekrar masaya dönmek zorunda değiliz’
Son olarak bir hususun altını çizmek istiyorum. Jonathan Powell, Kuzey İrlanda çözümünde Tony Blair hükümetinin baş müzakerecisi olarak görev alan bir aktör. Teröristlerle Konuşmak diye bir kitabı var. Orada ilginç bir tespit var. İrlanda’da 1973’te imzalanan anlaşmayla 1998’de imzalanan (Hayırlı Cuma) nihai anlaşma arasında önemli bir fark yok. Ama iki anlaşma arasında 25 yıllık bir kanlı savaş var. Yani 1973’te taraflar bir çerçeve üzerinde anlaştılar ama sonrasında anlaşma bozuldu ve 25 yıllık kanlı bir sürecin ardından tekrar eski çerçeve üzerinden bir anlaşmaya varıldı. Türkiye Kuzey İrlanda gibi bir 25 yıl kaybetmek zorunda değil. İşte tamda sokağın yüksek sesle bunu seslendirmesi lazım. Biz bir kanlı 5-10-15 yıl yaşayıp tekrar masaya dönmek zorunda değiliz. Bugünden masaya dönme şansımız var ve herkesin bu şansı görüp ona göre bir pozisyon alması gerekir diye düşünüyorum. Eninde sonunda masaya gelinecek, çünkü tarafların birbirini askeri, fiziki olarak imha ettiği, zafer kazandığı çözüm örnekleri dünya deneyiminde hemen hemen hiç yok. Bu anlamıyla 25 yılı kaybetmeden, daha fazla can kayıpları yaşanmadan bir şekilde çözüm bulmak önemli. Ben bunun mümkün olduğunu ve tek ihtiyaç olanın sokağın bu çözüme sahip çıkması gerektiğini düşünüyorum. Sokak bu çözüme sahip çıktıkça, sesini yükselttikçe siyasetin de bir yol bulacağına inanıyorum.