Lakap…
Adım Meheme öyle uygun görmüş Kezban anam…
Muş ovasından savrulmuşuz Diyarbekir’e…
Kına yakardı saçlarına Kezban anam, benimse, ceketime gömleğime kan sıçrardı…
Ben mapusken evlendi anam, hem î de ilk mapusluğumda bir de kardeşim Hamza /oldu
Berber; hoş onu da beceremedi ya kırdı ayağını, sonradan amigo oldu, kör-topal gidiyoruz işte! Anam Kezban Hanım tansiyon hastası yüksek mi yüksek, sanırsın yüksek sosyeteye dahil…
Tansiyonu yükselince Kürtçe-Türkçe karışımı bir dille bağırırdı:
-Çıkti-çıkti-çıkti bu kûre kere tamsiyon!
Kapı komşumuzdu Kezban Hanım, Deli Ümit’in kiracısıydı, diğer kiracı da Makbule Teyzeydi tövbekâr derlerdi onun için…
Çocuğuz; tamsiyonu ilk duymuşluğumdu, bu tamsiyon yenir mi, içilir mi nasıl bir şey bu tamsiyon onu çözemeden bir de tövbekâr çıktı başımıza, tövbeyi biliyorum da, tövbekar sözcüğüne Fransızım, önce tamsiyonun ne olduğunu öğrenmem lazım?
Kime sordumsa tatmin edici bir cevap alamadım sonunda öğrendim ama çok zamanı mı aldı, tövbekâr sözcüğüne taktım bu kez zar-zor öğrenebildim, çocuk olmak çok zor şeymiş canım! Makbule Teyze Ermeni’ymiş, sonradan Müslüman olmuş yani tövbe edip tövbekâr olmuş…
Pışo’nun babalığı aksi, yüzü sirke satan, ağzı sinkaflı şirret biriydi, onun da adi Memed’ti, seveni yoktu o derece yani…
Pışo eve gelmezdi hiç, arada anacığının elini öpmeye gelirdi o kadar, biz çocuklar ondan çok korkardık, onun hakkında çok söylenceler, öyküler söylenirdi, muteber biri değildi yani… Çok kez beden dibinde odun satan amcalarımın yanında oturup konuştuklarına şahitliğim olmuştur, terbiye edilmiş maymun gibi otururdu, saygıda kusur etmezdi… Cırtlak bir sesi vardı, sonradan öğrendiğim kadarı ile 1960 li yılarının lise mezunuymuş, askerliğini de asteğmen olarak yapmış…
Pışo çileli bir yaşamı seçmiş, bu yaşamı neden seçti bilinmez!
Vardır mutlaka bir öyküsü, öykünmesi…
“Bekesem qaribem, kaplumbağa misali sırtımda taşırım evimi, havayı koklarım, netameli koku alınca kabuğuma çekilir, saldırı pozisyonu alıram…
Küçelerde siviklerin altından geçerem, caddelerde de sundurmaların altından…
Sırtımı sağlama alıram; çayöğünde taşa verirem yanımı, tüm sermayem ortada, tek kâğıtlı cıgaram, şarap şüşem, bir de Bursa işi çakım, sonra esrar emer kanımı…
‘ taşa verdim yanımı
esrar emdi kanımı’
Pışo derler namıma, siz hiç Pışo gördünüz mü, iki ayaklı pışo?
Pışo avına sessizce yaklaşır, düşmanına da sinsice…
Kışı sevmem, kışı seveni de sevmem, ne bir damım var ne de bir sobam ne de sobanın üstünde kestanem, minderım bile yok ne diye seveyim, kışı mapusta karşılaram, ya da fortakal kokulu şehirde…
O yüzden sicilim kabarık kabar-kabar elalonun tüyleri gibi…
Parayı sevmem ama parayı kullanırım güzeli de sevmem çünkü güzel benim değildir…”
Saraykapı Dağkapı, Abide Çayocağı heykel gözetimde çay içer, uyurum heykelin ruhu yok, parmaklarım çift çatallı, jilet taşır, cepkeserim pıçak sallar ‘Şero’un istepnelerinden beslenirim…
Derdim çoğaldı mı, ‘Derdalan’ım var, mantarını patlatır Atatürk mezesiyle/boğarım tüm dertlerimi…
Dert biter üzümün posasıyla şişeye rahmet okunur selası verilir ve şişe kırılır rahmet ola!