Ötesi hikaye, ötesi apolitize olmuş bir hayat…

Zülküf Kışanak

Bir zamanlar Van’dan yola çıkınca öyle hemen ver elini Diyarbakır, sana geliyorum diyemiyordu insan. Bin bir zahmete katlanmadan, kontrol noktalarında hakarete uğramadan, her türlü zorbalığı sineye çekmeden yol almak, bir yerden başka bir yere gitmek mümkün değildi. Nerede bir kavga olsa, bilmem hangi dağda bir çatışma çıksa, ne zaman Ankara’da bir sıkıntı, bir sarsıntı yaşansa ilkin yollarda olan insanlar, bir yerden bir yere gitmeye çalışanlar bunun ceremesini çekiyordu, olmadık gayri insani eziyetlerle, ağır baskılarla karşılaşıyordu durduruldukları, ayak üstü sorgulandıkları her yerde. Daha doğrusu Ankara ne zaman dara düşse, panik olsa, korku yaşasa ilkin kendi yoluna gidenlerin önünü kesiyordu, öyle böyle değil, bunu tankla, topla, bilmem hangi ağır makineli tüfekle yapıyordu. Dört bir tarafı mevzilerle tahkim edilmiş vadilerde, derelerde, köprü başlarında, kent girişlerinde, hatta köylerin içinde kurulan noktalardan geçmek akla karayı seçmek gibiydi. Öyle ki yol kesen jandarmanın, araç çeviren polisin ruh haline bakılınca anlaşılıyordu memleketin vaziyeti, en çok da Ankara’dakilerin vahameti. Hayatları boyunca kim bilir kaç cehennemi yaşamış yaşlılar, belki de ilk defa evinden çıkıp bir yere gitmek zorunda kalmış kadınlar, erkekler, illaki iş umuduyla gurbet yoluna düşmüş gençler, hatta askerciliği bir oyun olarak bellemiş çocuklar bile en değme siyaset bilimci havasında durum değerlendirmesi yapıyordu sırat köprüsünü andıran arama tarama noktalarına takılıp kaldıklarında…

*

Defalarca bu noktalara takıldım, sorgulandım, hakaret uğradım, daha kötüsünü yaşayanlara tanık oldum. Saatlerce bekletildiğim, göz altına alındığım zamanlar oldu ama beni en çok etkileyen iki örnek vermekle yetineceğim. 1992 yılının soğuk bir kış günü Adana’dan Erzurum’a giderken Bingöl’ün Karlıova ilçesinin girişindeki karakolun önünde kurulan noktada durdurulan otobüsten bir askerin “Hiç bir şeye dokunmadan hemen inin…” komutuyla çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı panik halde zifiri karanlıkta indik. Ellerimiz ensemizde erkekleri bir tarafa, kadın ve çocukları bir tarafa dizdiler. Diz boyu karın üzerine yüzü koyun yatırdılar, sırtımıza basa basa üst araması yaptılar. Ağırdan alınan otobüs araması bitene, daha doğrusu soğuktan nefesimiz kesilene, konuşamaz hale gelene kadar öylece bekletildik buz kesilmiş karın üzerinde. Artık donmak üzereyken ellerindeki kimliklere bakarak bizi tek tek çağırdılar, bir dolu hakaretler eşliğinde, “Adın ne, nerelisin, ne iş yaparsın, ne işin var burada, nereye gidiyorsun, kime gideceksin…” gibi sorularla bezdirip halden düşürene kadar sorguladılar. Çapraz sorularla çelişkiye düşürülenlerin vay haline. Olmadık küfür ve hakaretler yetmeyince bu defa tekme tokat girişiyorlardı yolculara. Saatler sonra perişan bir halde tam sayı olarak daha sert bir komutla otobüse bindirilip yollandık. O berbat gece dayağa maruz kalmayan tek yolcu ben oldum, sanırım hayatımın en ayrık anını yaşamış oldum…

*

O günü hiç unutmadım, unutamadım, unutturmadılar. İki gün sonra, 27 Kasım 1993 günü Van’da faili meçhul bir cinayette kaybedeceğimiz Özgür Gündem gazetesi Van dağıtımcısı arkadaşımız Adnan Işık ile Hakkari’deki gazete dağıtımından sorumlu ki daha sonra tutuklanacak olan Meşruk’la yaptığımız toplantıdan sonra bindiğim otobüsle Diyarbakır’a gidiyordum. Hatırladığım kadarıyla Van ile Diyarbakır arasında 17 arama noktası bulunuyordu, daha doğrusu ortalama her 20 kilometrede bir araçlar durdurulup aranıyordu, yolcular sorgulanıyordu. Bazı yerlerde ise 2, bilemedin 3 kilometre aralıklarla noktalar kurulmuştu. Örneğin, Siirt’in Baykan ilçesinin hem girişinde hem de çıkışında, dahası birbirinin görme menzilinde olan iki arama noktası oluşturulmuştu. İstisnasız her noktada araçlar durduruluyor, yolcular tek tek sorgulanıyor, ayaküstü ifadeleri alınıyordu. Derken sağ salim Bitlis’i geçtik, Baykan’a varmadan iki dik dağın arasında yer alan vadinin en korunaklı bir yerinde bulunan noktada yine durdurulduk. Bu defa asker, polis değil, genç bir korucu otobüse girdi, kimliği olmayan yaşlı bir adam hariç hepimizin kimliğini aldı, koca bir defter elinde olan kulübedeki askere verip otobüse geri döndü. Otobüse dönen genç korucu, tüm ceplerini, elinde poşeti defalarca yoklamasına rağmen kimliğini bir türlü bulamayan seksenli yaşlardaki adamın başına musallat oldu, bozuk Türkçesiyle, “Nufus cuzdani ver…” dedikçe, Türkçe bilmeyen yaşlı adam, “Kurban wele bile tune, ji bo Xwedê ka ez çi bikim…” diyordu. Korucu üsteledikçe, yaşlı adam yalvarıyordu. Otobüste, ön tarafta oturan hepimizden cesaretli çıkan biri düzgün bir Türkçeyle, “Canım kardeşim bu adama kimlik sorulmaz ayıptır. Yani buna ihtiyaç yok, onun kimliği yaşıdır, her yerde de geçerlidir, garibanı rahat bırak…” demesiyle daha da sertleşti korucu, el kol hareketi yapmaya, yaşlı adamın üzerine bağırmaya başladı, “Çima kimlik yok, in, hade in…” dedi. Yaşlı adamı zorla kaldırdı, sürükleye sürükleye kulübeye kadar götürdü…

*

Camdan izliyorum yaşlı adamın akıbeti ne olacak, başına ne gelecek diye. Kimliklere bakan asker, adamı görür görmez ayağa kalktı, yaşlı adama gülümsedi, hal hatırını soruyormuş gibi bir iki şey söyledikten sonra genç korucuya dönüp bağırmaya başladı, sesi taa otobüsün içine kadar geliyordu, “Tamam da oğlum bu adamın kimliği olsa ne olur, olmasa ne olur. Ne diye bu adamı bana getirdin lan eşek herif, şerefsiz. Görmüyor musun adamın halini. Adamın yürüyecek hali yok be. Bir de ittire ittire bana getiriyorsun…” diye. Genç korucu bin bir hakareti hazır olda dinledikten, ağza alınmayacak küfürleri yedikten, askere sıkı bir selam çaktıktan sonra, yaşlı adamın koltuğuna girdi, gerisin geri otobüse getirdi, zar zor merdivenden çıkardı, bir hürmetkar, bir nazik adamın yerine oturmasına yardım etti, kuyruğuna basılmış bir it gibi çekip gitti. Giderken de yaşlı adama gülümseyerek, Kürtçe, “Bi selametî here kalo…” dedi. Bir süre daha bekletildikten sonra kimliklerimizi otobüs muavinine verdiler. Onuncu noktaya doğru yolumuza koyulduk…

*

O zamanlar Van’la Diyarbakır arasında kurulan 17 noktayla hayatımız kontrol altına alınmaya çalışılıyordu, bin bir çeşit kaba saba yolla sorgulanıp yolumuza gitmemize izin veriliyordu. Şimdi ise havadan, karadan izliyoruz, her birimiz saniye saniye takip ediliyoruz, öyle ki bir an bile boş bırakılmıyoruz. Yollarda, vadilerde, dere boylarında, dağ sırtlarında, daha çok da caddelerde, sokaklarda, çarşı pazarlarda kurulan binlerce mobeseyle, foto kapanla, cebimizdeki telefonların verdiği sinyalle, daha bilmem ne yolla kontrol ediliyoruz. Örneğin, Peri çayını aştığımız Seyid köprüsünden Dersim merkeze kadar uzanan 40 kilometrelik karayolunda yaklaşık yüz mobese ile sıkı sıkı denetleniyoruz. Dahası her gün, her saat, hatta her dakika farkına varmadan derin sorgulardan geçiriliyoruz, olmadık analizlere maruz bırakılıyoruz. Her geçen gün daha da gelişen, hayatı daha da kolaylaştırması gereken yüksek teknolojiden payımıza düşen izlenmek, denetlenmek, derin analizlere maruz kalmak oluyor, üstelik hissetmeden, ötesi hikaye, ötesi apolitize olmuş bir hayat oluyor…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.