ORATORYO

Zübeyde Fidan Kırmızı

 

 

Geniş ufuklara yelken açmaya çalışmak, çabalamak tekrar çabalamak, tarihin puslu havası içinde gezinmek, amaçlı gibi görünüp amaçsızca nefes almak…
Yürümek, kaldırımların sessiz tınısı içinde, uzaktaki, görünmeyen, yel değirmenlerinin sesli hıçkırıklarıyla dönen pervaneleri, bu ruh hali içinde seni yaşamak istiyorum Yuhanna’nın, Müslüme’nin, Baran’ın, Yakup’un... Nicelerin geçtiği tarihin gizli tanıklarıyla yüzleşmek. Kendimi anlamlandırmak istiyorum Diyarbekir sokaklarında…
Ara sokaklarda Esma Bacı’nın, analık yaptığı kapı eşiğinden içeri giriyorum, masum bir o kadar anlamlı yüzlerin, yorgun bedenlerin içinde bir yalnızlık tufanına takılmış gazap çiçeklerini andıran Meryem’in hıçkırıklarına tanıklık ediyorum. Sokaktan Günel Amca’nın ayak sesleri, tanıklığımı seslendirmeye çalışan musikinin sıcak demleri...
Karadengiz’de yol alan nehir suyu, neden buradayım? Esma Bacı’nın koca konağının müştemilatında. Tarihin izdüşümünde yakalamışım Koca İbrahim Bey Konağı’nı. Güngörmez adlı kuyunun derin ürküntüsü, serçedoğanların kanat çırpışlarında avludaki sahiplik duygusunu yakalamışım. Oratoryo tılsımını yansıttır Diyarbekir’in durgun bir o kadar sesli korusuna. Nare nare hoy nare nakaratı yankılanır taş duvarlardan. Sokak aralarından, pencere camlarına oradan kapı aralığına süzülen Esma Bacı’nın komşusu Sem’an ‘ın (Şemun) iç kavurucu yanık sesi, tamamlar oratoryoyu. Ziya Baba, farklı bir yakarışın ışığı olarak sesini verir, ritim oluşturur. Evin avlusundaki kuyudan çekilen su, göğsü maviye yakın serçedoğanların kanat çırpışlarıyla hissettirir varlığını. Yusuf, çocuk olmanın hırçınlığıyla savurur bedenini, dişi ve erkek Diyarbekir bazalt taşlarına. Bacağından damlar, damlar sıvımsı bir şey, adını ne o söylemek ister ne anası Esma Bacı. Her damla kan farklı bir acı verir bedenine. Yusuf, çocuksu özlemlerle kanatlanan vicdanının derinliğinde hisseder kelimenin ağırlığını. Dut ağacına yaslanmış bedenini öne doğru çekerken, ağaçtan savrularak gelen sarımsı yeşilin albenisiyle savrulan yapraklar, sonbaharı müjdeler bazalt taşların soğuk sıcak yüzüne. Hükümdar ailesinden olan, Akkoyunlu İbrahim Bey’in (1131 h.) evinden yansır Diyarbekir’in renkli dünyası. Dehlizlerden fışkıran tarihin fısıltısı, Margos evin dışından yaslanır pencere kepenklerine, ufak ellerinin narin parmaklarını geçirir çeşitli çiçek desenleriyle oyulmuş ve oyukların içinden çıkarılmış gül ağacı dallarının sert tahta kapaklarına. Seslenir Yusuf’a, Esma Bacı yönelir konağın kapısına doğru, kapının üstündeki iç içe geçmiş siyah beyaz taşlarla harmanlanmış kemer, konağın ve insanlarının renkliliğini yansıtır. Kapının, açılırken çıkardığı yansıma ses Margos’un yüzündeki anlamla anlamlanır. Margos koşar adımlarla Yusuf’a gider, ayaklarının, adımlarının mahkûmudur. Sessizlik, bir an yerdeki renkli sıvıya yöneltir onları, bir anlık duraklamadan sonra anlamlı, anlatıcı bakışlar gönderilir. Eller kenetlenir, sessizlik… Birliktelik acıyı içten paylaşıma dönüştürür. Esma Bacı her ikisinin ufak ama güçlü ellerini sıkıca tutup göğsüne doğru çeker, sarmalar, sıcaklığıyla onlara sarılırken vücut dili birçok şey anlatır ve ben bu anlam yumağı içinde savrulurum Diyarbekir’in mahallelerinde, mekânların dilli yansıyışlarında…


Not: İbrahim Bey Konağı’nın müştemilatı:“Konağa bağlı olan evler”, damı düz fakat içerisi kubbeli, mescitli evlerdir. Merdivenle inince koca bir akarsu, bu suyun bir kolu Fatih Paşa (Kurşunlu Cami) Camii’ne, bir kolu da Mardin Kapısı’na doğru “Karadengiz” (Karadeniz) denilen yere yeraltından gelir.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.