Gecenin derin sessizliğinde kitap okurken birden telefonum çaldı. Baktım, arayan Seyithan Erol arkadaşım. Açtım. Kısaca; “Sana bir yazı gönderiyorum, okumanı istiyorum. Yazının sonunda Hafız Zülfo ile ilgili bir şiir de var, belli ki senin yazılarından esinlenerek yazmış,” dedi ve ardından yazıyı gönderdi (23 Ekim 2022).
Gönderilen yazı “Olası Bir Dicle Romanına Katkı” başlığını taşıyordu. Yazının nerede yayımlandığı belli olmadığı için her şeyi bilen Google hazretlerine yazının başlığını yazıp tıkladım. Karşıma: Mehmet Nuri Aslan çıktı.
Mehmet Nuri Aslan 1953 Urfa doğumludur. İlkokulu Urfa’da okur ve ardından Dicle İlköğretmen Okulu (Diyarbakır-Ergani) sınavını kazanıp okumaya başlar. Dicle’de geçen beş yıllık dönemin ardından son sınıfı bakanlığın doğudaki yatılı okullar için verdiği karar uyarınca gönderildiği Akşehir’de okur. Öğretmenlikten sonra yurtiçinde ve yurt dışında birçok yerde ve görevlerde bulunur. Şuanda Yeditepe Üniversitesi Ticari Bilimler Fakültesi’nde Finansal Muhasebe ve Türk Vergi Sistemi dersleri vermektedir. Deneme-anı türünde 2000 yılında yayımlanan Sarıcan adlı bir kitabı (İyi Şeyler Yayınevi) ve kendi adını taşıyan bir Blogu bulunmaktadır.
M. Nuri Aslan, “Olası Bir Dicle Romanına Katkı” başlıklı yazısında; Dicle İlköğretmen Okulu’nu anlatıp Dicle ile ilgili roman yazacak olan Dicle Köy Enstitüsü/ İlköğretmen Okulu mezunlarına bazı önerilerde bulunuyor. Özetle:
“Anılarımızla o günlere şimdiden yapacağımız katkı gerçekten işe yarayacaksa, gerçekçi de olmak zorunda.” “Yani ezberlerimizi tekrar etmek yerine, anılarımızı yaşantılarımızı kazandığımız deneyimle harmanlayıp, sıkı bir özeleştiri süzgecinden geçirmemiz de şart.” “Dicle’ye tek pencereden bakmak olmaz. Yığınla ters soruya kapı açacak, geniş bir bakış açısından sergilemeli o roman her şeyi.” “Yeni sorular sorduracak bir roman olmalı kısacası. Evet, çünkü sorular bizi düşünmeye eleştirel düşünmeye yöneltirler. Hazır cevaplarsa köreltirler. Bu noktadan çıkış yaparak, yeni sorularla birlikte Dicle günlerimize bakalım.” “Gerçekçi olalım,” diyor. Sonrasında da Dicle İlköğretmen Okulu’nda her şeyin güllük gülistanlık olmadığını, Batı’daki okullarla aralarında eğitimde, eğitimcide, kütüphanede, yemek-yemekhanede, yatakhanede kalite farkları olduğunu belirtiyor. “Geçmişin pembe dekorlar önünde” hayal edilmesi yerine “deve dişi gibi zor ve aykırı sorular” sorulmalı diyor. Ama sorulan sorular arasında nedense bu okulların Kürt çocuklarının asimilasyonunda ne gibi görevler yüklendiğine dair bir soru bulunmuyor. “Dicle’ye tek pencereden” bakmanın doğru olmayacağını düşünerek, M. Nuri Aslan’ın “Olası Bir Dicle Romanına Katkı” mahiyetinde sorduğu sorulara, “deve dişi gibi zor ve aykırı” şu soruyu da eklememiz gerektiğini düşünüyorum: Büyük bir çoğunluğunu Kürt çocukların oluşturduğu bu okulda Kürtçe konuşmanın yasaklanıp eğitim dili ve müfredatın Türkçe olmasındaki maksat neydi acaba?
Yazısının sonunu ise şöyle bağlamış: “Köy Enstitüleri öyle insanların yetişip göğerdiği bir ortamdı. Elbette yığınla eksiğine, kusuruna, katılığına karşın Dicle de öyleydi. Dicle’de biz o özveri treninin son vagonuna yetiştik. O vagona atladık, Hafız’ın kavalından yayılan sözsüz ezgileri uğurladı bizi istasyondan bugünlere. Aşağıdaki dizelerde onu, onun anlattığı büyük yolculuğu yudumlarız diye umuyorum. Yolculuk sürüyor, sürecek, her koşulda. Selam olsun verilen emeklere.” (*)
***
M. Nuri Aslan “Refik’e ve Yolu Dicle’den Geçen Dostlara” ithaf ettiği şiirinde Hafız’ı anlatıyor. Şiiri severek okudum. Bu güzel uzun şiirin bir bölümünü Hafız’ı yâd etme babında paylaşıyorum:
“Gül Kökünde Diken
Kavaklıkta başımızda esen düşlerimizin yeliydi
Canatan’dan süt içmeyen şart olsun ki deliydi
Yolcu almaya durduğunda her tren
Kadim zamanlardan kanatlanmış bir ermiş gibi
İstasyonda belirirdi Hafız
Vagonlar boyunca eşinin kolunda
Elinde kavalı
Trene, raylara ve dağlara
Bir çağın ağıdını yakardı
Duruşunda kovana sığınmış gücenik bir dil
Nefesi hem ateş hem kül
Ezgisi köküne diken batmış bir kızıl gül
ki göbek adı karanfil
Kıyıma kıyam ederken soluğundan kan damlar
Dağlarca dizesi gibi
İnce’nin incesi bir asalet
ki gizemini yitik zamanlar bilir
derviş makamında görür Hafız
gönül gözü bakar gözden yücedir
Rivayet odur ki kavalını üflediğinde
Zil zurna sarhoş olurdu Hoşot ovası
Kurt kuş dinler, yer gök kulak kesilirdi
Yetmiş yedi renge boyanır gök kuşağı
Baştan başa sarmalardı Zülküf Dağını
Bulutlar yağmura durur, dağ dağa kavuşurdu
Kaval ezgisi trende zülfünü savururdu
Kara gözlü kızların
Beline kadar sarkar da yolcular
Büyülenmiş gibi Hafız’ı seyre dalardı
Dicle ergenlerinin başında
Eksik olmazdı kavak yelleri
Toprak buz kesmişken bile
İstasyonda tüm yeller yanık eserdi
Aşk düşünden her dem mahmurdur gözler
Raylar kıvrılıp da kesişince makaslarında
Abiler istasyonda ilk görüşte aşık olurdu
Pencereden bakan kızların en alımlısına
Ve elbette her 13:15 treninde bir başkasına
Trenler gidince pek mahzun olurdu mekan
Artemis’in som altından sarayı
Ortasından çatlardı utancından
Yaban kuşlara flüt çalıyor diye
Delişmen tanrıçanın gözlerini oyduğu çoban
Onun ışıklı ormanından binlerce mil uzakta
Çağlar sonra Hoşotta
Hafızın nefesinde yaşardı
Yuvasından edilmiş iki gözün
Şaşkın şehla baktığı gül ağacı
Acısından yapraklarını dökerdi zamansız
Ve yerine bir çift kırmızı karanfil
Direngen isyan minvalinde boy atardı
Mevsimi gelince çağ yorgunu ovada
Bir demet kızıl güle dönerdi” (Şiir devam ediyor)