‘Bilmek’ Değil ‘Olmak’
Martin’in aslında aradığı şey, kitaplardan önce ölümsüz ve kusursuz bir aşktı… Bu duygu da sadece yüce Yaratıcıya beslendiğinden ne yaparsa yapsın bir şeyler yarım kalıyordu. Ruth’un saflığı ve temizliği onu o kadar etkilemişti ki, Martin varlığında temiz olma ihtiyacı hissediyordu; geçmişinde yaptığı onca serzenişli yaşanmışlıklara inatla… Kendinde yine, yeniden bir reform başlattı; içkiyi bırakarak… İçki ortamları belirdi zihninde; insanın içki içince hayvani duygularının ön plana çıktığını düşündü. Hayatta pek çok şey yaşamasına rağmen, görmeyi seviyordu, daha çok şey görmek, bilmek istiyordu… Ve her şeyden önemlisi farklı olanı görmek, bilmek… Hayatta kafa çekmenin, ağır çalışmanın ve oradan oraya dolaşmanın ötesinde şeylerin varlığından haberdar olmuştu. Okudukça açık ve net bir biçimde anlıyordu ki, sahip olması gereken şeylerin arasında; güzellik, bilgi ve her daim sevgi olmalıydı.
Sınırları kendi görüş alanının sınırlarıydı. Fakat sınırlı kafalar sınırlılıkları yalnızca başkalarında görebilirdi… Boş olduğu her anı daha fazla öğrenmek için harcıyor, öğrendikçe çok az şey bildiğinin farkındalığıyla alçak gönüllü ama bir o kadar güçlü hissederek yolunu adımlamaya devam ediyordu. Çalışmak için denize açıldığı zamanlarda dahi kaptanın ciltli kitaplarını ödünç alıp okuyabilmek adına; kaptanın kıyafetlerini yıkamaya bile gönüllü oluyordu. Günde sadece beş saat uyuyordu, sevdiğine ulaşmak, onun düşünce dünyasındaki serüveninden çok daha büyük olduğunu hissediyordu çünkü… Hatta öyle ki, Ruth’u bir aşığın düş gücüyle fazlaca gözünde büyütüp, ruhani bir varlığa dönüştürmüştü fakat onu bu noktaya getirenin kendisinin olduğunu fark etmesi gecikmemişti. Sonunda anlamıştı ki, o da topraktan geliyordu hem de salt topraktan… Ve o da herkes gibi bu yasaya tabiydi. Ama Ruth’u farklı kılan şey Martin’in ona olan aşkıydı… Martin bazı şeylerin farkına vardıkça yeni yeni kararlar almayı sürdürüyordu. Bu kararlardan biri de ‘yazmak’ olmuştu. Her şeyi ama gördüğü her şeyi yazacaktı… Dünyanın gördüğü gözlerden, duyduğu kulaklardan, hissettiği kalplerden biri olacaktı… Büyük ve ıssız denizin ortasında bakış açısı kazanmıştı. ‘Yazmak…’ bu düşünce, içinde yanan bir ateş gibiydi. Martin bir ün avcısı değildi yalnızca sevdiğine ulaşmak içindi kurduğu düşler… Ve düşleri o kadar gelişmişti ki, zaman zaman gerçeklerden fazlasıyla uzaklaşıyor olsa da, ona bildiklerini yazmaya zorlayan bir gerçek hep vardı hayatında; sevgi… İnanıyordu; bir gün, içinde soylu dizelerin olacağı hayallerini hep diri tutuyordu.
Şiir onun için hissettiği ve peşinden koştuğu ama ulaşamadığı, ele avuca sığmak bilmeyen ruhunun ta kendisiydi… Bu ılık ve aynı zamanda iz bırakan bir buğu, bir alev gibiydi onun için. Bazen dizelerin parçalarını yakalayarak, onları aklında unutmadığı noktalarla yankılanan ya da görünmez güzelliğin puslu esintisiyle hayalinde sürüklenen dizelere işleyerek ödüllendirdiyse de o hep ulaşabileceğinin ötesindeydi. O güne kadar dünyayı sadece dünya olarak görmüştü. Ama öğrendikleriyle bilgiye ulaştıkça, dünyanın kendi için örgütlendiğini hissettikçe, güç ve maddelerin rollerini, onların karşıt rollerini kavrıyor, olayların açıklamaları durmaksızın kendiliğinden aklında beliriyordu. Fakat tüm bunları hissederken dinsel bir huşu da hissediyordu. İşte tam da burada sizlerin ismini bildiğiniz birine benzetme hali vuku buldu ben de… Onun da ismi anılınca akla gelen şeyler arasında gemiyi de sayabilir, kalabalıklar arasında olan ve derinden hissettiği yalnızlıktan dem vurabiliriz. Üstelik karada yaptığı gemiyle de deli yaftası yemişti; Hz.Nuh… Her şeye rağmen bunlara aldırış etmeyişiyle ve vazgeçmediği çalışma azmiyle karalar denize dönüşmüştü. Tufan kopmasına kopmuştu fakat tufandan sonra da baharla müjdelenmişti. Martin bıkmadan usanmadan yazılarını, şiirlerini dergi ve gazetelere göndermesine rağmen gönderdikleri adeta yüzüne çarparcasına iade ediliyordu… Bunun nedenini merak ediyordu; dünyasında tufanlar kopan Martin için, bahar ne zamandı?
DEVAM EDECEK…