(Geçen haftadan devam...)
Ahmet Kardam’ın anlatımlarından, Mustafa Suphi (ve Doğulu/Müslüman Komünistler) ile Bolşevik Parti ve Komünist Enternasyonal arasında yaşanan görüş ayrılığının nedenlerini -anladığım kadarıyla- kısaca şöyle özetleyebilirim:
1. Doğu, yani Kafkaslarda ve Yakındoğu’da yaşayan Müslümanların sorununa yaklaşımda Rus Bolşeviklerinin tutarsız ve üstenci davranmaları; ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı konusunda verdikleri sözleri tutmamaları ve dolayısıyla doğru bir politikayı yaşama geçirmede isteksiz/ikircimli davranmaları,
2. Bolşeviklerin Batı’da oluşacak “Dünya Devrimi”ne önem verdikleri kadar, sömürge ve yarı sömürgelere önem vermemeleri, beklenen dünya devriminin gerçekleşmemesi sonrasında ise “Tek Ülkede Sosyalizm”e sarılmaları ve kapitalist/emperyalist ülkelerle yan yana bir arada var olabilmek için Doğu halklarını İngilizlere karşı bir koz olarak kullanmaya çalışmaları, verilen sözlerin tutulmaması ve ayak oyunlarıyla yoldaşça olmayan bir tutum sergilemeleri,
3. Bolşeviklerin, devrim ve iç savaş sonrasında çöken ekonomiyi canlandırmak, alt yapının yeniden inşası için “Batı’ya Açılma” ve NEP diye anılan Yeniden Ekonomik Program’ı uygulamaya koymanın bir zorunluluğu olarak İngilizlerle 16 Mart 1921’de Ticaret Antlaşması öncesi uzlaşma arayışına girmelerinin bir sonucu parçalar bütüne feda edilerek Türkiye, İran ve Afganistan’ı gözden çıkarmaları,
4.Bolşeviklerin, büyük “Rus şovenizmi”ni komünizm kılıfı altında yürütmeye çalışmaları(s.68), sınıf temelli, tekçi, tepeden inmeci yaklaşımları,
5. Bolşeviklerin başta Mustafa Suphi olmak üzere gerçek komünistleri bir kenara koyarak çalışması: Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa gibi İttihat ve Terakki liderlerini muhatap almaları ve TKP içerisinde ittihatçıların yer almalarını, ittihatçıların Mustafa Suphi’ye karşı muhalefet ve karalama çalışmalarına göz yummaları, hatta teşvik etmeleri.
Mustafa Suphi, işte böylesi kritik bir süreçte tüm riskleri göze alarak yasal bir komünist parti kurma, serbest çalışma ortamı yaratma ve emperyalizme karşı olduğu sürece bağımsızlık mücadelesini desteklemek için; Stalin’in, Bolşevik Partisi ve Komünist Enternasyonal’in, Büyük Millet Meclisi ve Mustafa Kemal’in bilgileri dâhilinde Bakü’den Ankara’ya TKP yöneticileriyle birlikte dönme kararını alır.
Yoldaşlarıyla birlikte 19 Aralık 1920’de Bakü’den yola çıkarak 29 Aralık’ta Kars’a kadar gelir. Bir sürü şifreli yazışma ve gizli planların ardından “ölüm yolculuğuna” çıkartılır: Kars’tan Erzurum’a, Erzurum’dan Trabzon’a gönderilir. Burada tekneye bindirilerek Karadeniz’in derin soğuk sularında Ankara’nın tetikçisi Yahya Kâhya ve adamlarınca 28/29 Ocak 1921’de yoldaşlarıyla birlikte katledilerek Karadeniz’in derinliklerine gönderilir.
Mustafa Suphi’nin peşinden hemen Yahya Kâhya da öldürülür. “Muhafız Alayı Komutanı olan İsmail Hakkı Tekçe, ölümünden sonra yayımlanan anılarında, ‘aldığım emir üzerine’ Topal Osman’ın adamlarını da yanına alıp Yahya Kâhya’yı öldürdüklerini itiraf eder. Mustafa Suphilerin katledilmesi karşısında çıtı çıkmayan Büyük Millet Meclisi, Yahya Kâhya’nın öldürülmesi üzerine Trabzon’a bir tahkikat heyeti gönderir. Bu heyet içinde yer alan Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey de daha sonra Mustafa Kemal’in muhafızı Topal Osman tarafından öldürülür. Ardından Topal Osman da üzerine sevk edilen askerî birliklerle girdiği çatışmada, yaralanıp sağ olarak ele geçirilmesi mümkün olduğu halde öldürülür.
28/29 Ocak 1921 katliamını izleyen bu ‘faili meçhul’ cinayetler zinciri, Mustafa Suphilerin öldürülmelerinin eksiksiz bir ‘derin devlet operasyonu’ olduğunun ek göstergesidir.” (s.382)
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesinde Ankara yönetiminin çevirdiği dolap ve fırıldaklardan sonra “üç maymunları” oynaması, Bolşevik Partisi ve Komünist Enternasyonal’in ise Mustafa Suphi ve yoldaşlarını sahiplenmemesi ve olayın hesabını sormayarak bütün umutları boşa çıkarması, düşündürücüdür. Sanki olayın bu şekilde gelişmesinden ve sonuçlanmasından her iki taraf da sessizce bir memnuniyet duymuştur.
Mustafa Suphi’nin öldürülüşü sıradan bir olay değildir. Ahmet Kardam’ın da belirtiği gibi:
“Onun kaybıyla birlikte, komünist-sosyalist hareket uzun yıllar boyunca Kemalizmin devrimciliğini, çeşitli aşamalı devrim modellerini tartışıp durdu.
Mustafa Suphi, ulusların kaderlerini tayin hakkını, ‘hür milletlerin hür ittihadı’ esasına dayalı ‘Federatif bir Cumhuriyet’ hedefi olarak tespit edip Türkiye Komünist Partisi’nin programına sokan liderdi. Onun bu yönünün belleklerden silinmesinin yarattığı tahribatın büyüklüğünün sembolü, TKP’nin Şeyh Said isyanına ve Dersim katliamına karşı takındığı yüz kızartıcı tutumdur. Ermeni soykırımı konusundaki suskunluğu da buna eklemek gerekir.
Mustafa Suphi, dinî inanç ve ibadet meselelerini, din eğitimi ve öğretimini her dinden ve inançtan insanların tercihlerine bağlı bir cemaat işi olarak gören, çeşitli dinleri temsil amacındaki ruhanî kurumların devletten ayrılarak cemaat teşkilatı halinde bırakılmasını, laikliği savunan bir liderdi. Aynı zamanda İslâm’la barışık bir komünistti. Onun kaybıyla birlikte, Türkiye komünist ve sosyalist hareketi İslâm’la bir daha hiç barışamadı.
Katledilmeyip Ankara’ya ulaşabilseydi ve Bolşevik Partisi’nin ve Sovyet Rusya’nın desteğini alabilseydi, anti-komünizm daha en baştan ‘devlet politikası’ haline gelmeyebilir, komünizm yasallığa sahip olabilir, her türlü demokrat/ilerici muhalefetin uzun yıllar boyunca ‘komünizm’ suçlamasıyla bastırılması mümkün olmayabilirdi. Suphi’nin kaybıyla Türkiye, henüz çok dar bile olsa, Birinci Meclis’teki muhalefet yelpazesini ve o yelpazeyi genişletmek imkânını, demokrasiyi, çoğulculuğu kaybetti.
Dönebilseydi, sonunda belki gene aynı akıbete uğrardı ama ardında halka dayalı radikal bir muhalefet bırakarak…”(s.395-396)
(*) Ahmet Kardam, Mustafa Suphi Karanlıktan Aydınlığa, İletişim Yayınları, 2020 İstanbul, 408 sayfa.