Dünyanın en kötü şöhretli cezaevlerinden biri, 12 Eylül faşist cuntasının da en kanlı yüzü kabul edilen 5 No.lu Askeri Cezaevi müze oluyor…
Diyarbakırlıların deyimiyle, “Sıkıntı yok…”
Olsun…
Muktedirin lütfetmesiyle olsun…
Gerçek şu ki günün sonunda insanlık onuru kazandı...
Daha sonra adı Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi olarak değiştirilen Diyarbakır 5 No.lu Askeri Cezaevi’nde birçok hedef belirlendi, bu hedeflere ulaşabilmek için her türlü güce başvuruldu, her türlü imkan ve olanak seferber edildi. Bu, Türkleştirme, Sünnileştirme, belleksizleştirme ve en önemlisi ise insanlıktan çıkartma, bir anlamıyla itaatkâr birer mahlûka dönüştürme hedefiydi. Elbette daha birçok hedefleri, gizli saklı amaçları vardı, farkına vardıklarımız yada varamadıklarımız, büyük küçük, uzak yakın hedeflerdi bunlar...
Gözü dönmüş 12 Eylül faşist cuntası, Kıbrıs’ta, bilmem daha başka nerede yetişmiş en kararlı, en gözde kadroları olarak bilinen, dahası düşürmek istediği Kürt ile kirve, can ciğer kuzu sarması olmasını, direnen Kürdü ise ezmesini iyi bilen, bu konuda pek de maharetli olan eski Özel Harp Dairesi Başkanı, 7. Kolordu Komutanı, Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Mehmet Kemal Yamak’a 5 No.lu Askeri Cezaevi’ni emanet ettiler, yine komutanı kadar olmasa da Kıbrıs’ta çokça tanınan, bilinen en başarılı subaylarını, bildiğimiz Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ı İç Güvenlik Komutanı olarak görevlendirdiler, Cezaevi Müdürü Binbaşı Alaattin Bayar’ı, Üsteğmen Ali Osman Yıldırım’ı, bir de yirmi dört saat koğuş koğuş eli sopalı dolaşan Karabela’yı, Laz’ı da ekibe dahil ettikten sonra uzun bir aradan sonra yine hak hukuk talebinde bulunmaya cüret eden, edecek olan Kürtleri ezebilmek, adamakıllı dize getirebilmek, başka bir deyişle çökertebilmek, katiyen, bir daha gıklarını çıkartamasınlar diye hiç olmadığı kadar bastırabilmek, ömür billah tövbe ettirebilmek için. Elbirliğiyle olmadık işkenceler yaptılar, akıl almaz şiddet yöntemlerini uyguladılar, gözü kara bir şekilde onlarca insanı katlettiler, yüzlercesini sakat bıraktılar, sağ kalanlar ise bir deri bir kemik kaldı, kuşkusuz fiziken ezdiler ama teslim alamadılar, özellikle söküp almak istedikleri yüreklerini fethedemediler, kıramadılar iradelerini daha hayatın başında olan Kürt halkının gencecik kızlarının ve oğullarının. Sınırsız zulme, geceli gündüzlü yaşattıkları vahşete rağmen faşizm yenildi, boğazına kadar zulme batmış muktedir sonsuza kadar kaybetti…
Diyarbakır 5 No.lu Askeri Cezaevi’ndeki vahşetle ilgili çok şey yazıldı, çok şey çizildi, çok anlatı oldu. Örneğin Zülfikar Tak’ın “Diyarbakır Cezaevi’nde İşkence Çeşitleri” adlı kitabındaki Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi’nde tanık olduğu işkence sahnelerini canlandıran çizimlerinin her biri birer vesika olarak tarihe geçti. Eşi benzeri olmayan bu eserin dışında, 5 No.lu Askeri Cezaevi hakkında birçok belgesel, film, resim yapıldı, karikatür çizildi, anı, öykü, roman, oyun, şiir yazıldı. Bunlardan biri Çayan Demirel’in, “5 No.lu Cezaevi” belgeselidir, biri Muhammed Arslan’ın “Diyarbakır Zindanı, Kanlı Postal” filmidir, biri Cuma Boynukara’nın “Ölüm Uykudaydı” oyunudur. Peki her şey anlatılmış oldu mu, son hikaye yazılmış oldu mu, elbette hayır. Dahası 5 No.lu Askeri Cezaevi’ndeki vahşet hiç unutulmadı, bir an olsun akıldan çıkmadı, yaşananlar ilk günkü gibi hep diri kaldı, hep mahpusla yaşamaya devam etti. Bu nedenle her geçen gün daha da çoğaldı, daha da birikti.
Daha çok erkeklerin kaldığı koğuşlarda yaşananlar anlatıldı, kısmen de kadınlar kendi koğuşlarındaki vahşeti anlattı, hemen hemen hiç gündeme gelmeyen sübyanlar koğuşunda olup bitenler ise pek anlatılmadı, yaşananlar pek bilinmedi. Halbuki çocukların kaldığı sübyanlar koğuşunda olup bitenler daha da korkunç, dile getirilmesi bile zor, bir o kadar da acıtıcı olmalı. Sanırım bazılarını anlatmaları hiç mümkün olmayacaktır, bazılarını ise kırpa kırpa ancak, belki mümkün olacaktır. Örneğin darbeden hemen sonra Mardin’de tutuklanıp Diyarbakır 5 No.lu Askeri Cezaevi sübyanlar koğuşuna konan İbrahim’in, erkekler koğuşunda kalan abisi Seyfi ile karşılaşması vahşetin ulaştığı düzeyi gözler önüne seriyor.
Ankara’da kaçırdıkları uçağı Diyarbakır’a indiren Akıncı örgütünden bir korsanın sorumlu olduğu sübyanlar koğuşundaki çocukları, kendi aralarında ikişer ikişer ayırıyorlar. Her bir çocuk, eşleştirildiği diğer çocuktan sorumlu tutuluyor, yani her bir çocuk kurallara uymayan arkadaşını ihbar etmek, onu ele vermek zorunda bırakılıyor. O en zor, o en berbat, o en ağır şiddetin uygulandığı askeri koşullarda namaz kılmak, oruç tutmak, bilinen tüm dua ve marşları ezberlemek, her şart altında emir komutaya uymak, tekmilleri en yüksek sesle vermek, asker tıraşı olmak gibi onlarca zorunlu, tartışmaya açık olmayan kural vardır. Örneğin Kürtçe konuşma, camdan havalandırmaya bakma yasağı kesin uyulması gereken kuralların başında gelmektedir.
İbrahim’in aklı ise özgürdür uygulanan bunca baskı ve şiddete rağmen, İbrahim’in aklı bir güvercin misali bakılması yasak camdadır, hapsedilemeyen aydınlıktadır, güneşe kanatlanma isteğindedir. Günlerce fırsatını kollar Mardinli İbrahim, tetiktedir her daim, bakılması bile ona yasak olan camın dışını, havalandırmayı görmek için. Ve bir an gelir arkadaşını atlatmayı başarır İbrahim, böylece gün ışığıyla dans ediyormuş gibi yağan karın biriktiği havalandırmayı görme hayalini gerçekleştirir... Üç, belki de beş saniye ancak bakabildi havalandırmaya. Lapa lapa yağan karın altında en önde çırılçıplak uygun adım yürütülen abisi Seyfi ile göz göze gelir, şoka girer, dahası o anda gerçeklik algısı yok olur, alt üst olur zor bela koruyabildiği aklı, ancak arkadaşına yakalanmamak için yüzünü hemen koğuşa çevirmek zorunda kalır, bir daha da camdan havalandırmaya bakmaya fırsatı olmaz İbrahim’in... Günler, belki de aylar sonra annesi ziyaretine gelir İbrahim’in, gardiyan askerin tehdidine rağmen annesine, “Seyfi abim de burada mı” diye sormaya cesaret eder, annesi de ona, “Bir yıldan beri buradadır” der… İbrahim, bu şekilde öğrenir abisi Seyfi’nin, ondan hemen sonra yakalandığını, tutuklandığını, kendisi gibi Diyarbakır 5 No.lu Askeri Cezaevi’ne konulduğunu.
Bunun gibi yüzlerce, daha doğrusu binlerce hikaye yaşandı müze olmasına karar verilen Diyarbakır 5 No.lu Askeri Cezaevi’nde. Bunca zulmün yaşandığı, dahası “dünyanın en kötü şöhretli on cezaevi” listesinde yer almış Diyarbakır 5 No.lu Askeri Cezaevi’nin, 44 yıllık kesintisiz üstün hizmetinden sonra müze olmasına karar verilmesi önemlidir, ayrıca olumlu bir gelişmedir. Ancak 5 No.lu Askeri Cezaevi’nin ilk mahpuslarından Gültan Kışanak bugün de mahpus, üstelik 42 yıl önce buradaki haksız, hukuksuz mahpusluğu gerekçe yapılarak mahpusluğu sürdürülüyor…
Evet, bundan tam 42 yıl önce, daha 19 yaşında bir üniversite öğrencisiyken 5 No.lu Askeri Cezaevi’ne giren, tahliye olduktan sonra basın yayın yüksek okulunda okuyan, yıllarca gazetecilik, iki dönem de milletvekilliği yapan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Gültan Kışanak, 6 yıldan bu yana Kocaeli 1 No.lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde rehin tutuluyor. Gültan Kışanak’ın, kötü şöhretiyle dünyaya nam salmış Diyarbakır 5 No.lu Askeri Cezaevi’nde yatmış olması, Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi’ni aratmayan Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından en önemli tutukluluk gerekçesi yapılmıştır. Darbeden önce Başçavuş Mevlük Akkoyun’un, darbeden sonra ise Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın baskılarına boyun eğmeyen, otorite tanımayan, “Komutan Co”ya itaat etmeyen, askeri kurallara teslim olmayan, uygulanan her çeşit çıplak güce rağmen marş okumayan, pişmanlık duymayan biri olarak tanınır, bu nedenle çok sevilen, çok saygı duyulan biri olarak bilinir… gibi ipe sapa gelmez bilgi notlarına bakılarak, yalancı, gizli açık iftiracı tanıklara itibar edilerek tutuklu yargılanması için gerekçe oluşturulmuştur.
Hiç rahat yüzü görmemiş yaşama rağmen, nesiller boyu devam eden inkara rağmen, bir türlü bitmeyen, sonu gelmeyen çöktürme planlarına rağmen, her zaman piyasa yapan “Co’nun sevgili bakıcısı”nın demokrasinin havarisi olarak ülkenin dört bir yanında fink atmasına, dahası muktedirin algı operasyonlarının dehlizlerinde üretilen sahte huzuru çarşı pazar dolaşarak satmasına rağmen, Diyarbakır 5 No.lu Askeri Cezaevi’nin müze olmasına, bir anlamıyla binlerce insanın cendereden geçirildiği, iliklerine kadar vahşeti yaşadığı bu yerin bir çeşit yüzleşme mekanına dönüştürülmesine karar verilmiş olması önemlidir, çünkü hepimiz biliyoruz ki bu bir kazanımdır. Yine hepimiz biliyoruz ki bu kazanımı, uğruna ölecek kadar yaşamı sevenlere, bu yolda gencecik bedenlerini ateşe verenlere, bir an bile tereddüt etmeden inançları uğruna can verenlere borçluyuz.
Bu böyle biline…