Yaz ortasında, nefes aldırmayan sıcak havaya rağmen hiç durmuyor rüzgar, hep esiyor, kah yavaşlıyor, kah fırtınaya dönüşüyor, hatta ara ara toz duman yüklenmiş dev hortumlar oluşturuyor Milanî Karacadağ’da, Mitanilerin, Hurilerin Kaşkûrî’sinde, en çok da Kura Mandel’in nazır olduğu kızıla çalan düzlükte. Buradaki hayat da tıpkı havası, rüzgarı gibi kah sakin, kah hareketli geçiyor, kimi zaman kıyamet kopmuş, az ötesindeki Diyarbakır, Malatya, Halep, ta Musul ordugahındaki tam teçhizat üç kıtanın hakimi Osmanlı’nın savaş birlikleri Milan talanına çıkmış sanırsın, her bir taraftan bir haberci gelir, her bir tarafa bir haberci gider dört nala, “Ahu Nûra” parolasıyla aba sahibi tüm Kürt, Ezidî, Asurî, Ermeni, Türkmen, dost Arap ağalarına, illaki Şerqî yiğitlerine, gözü kara Baraz beylerine ulaşılır. Özellikle İbrahim Paşa’nın Mandel’e, canından çok sevdiği sığınağına karargahını kurduğu savaş mevsiminde, orduların “bir gece ansızın” harekete geçtiği, beklenen belanın kapıya dayandığı dar zamanlarda. Ta Koçgiri’den, Dersim’in sınır boylarından, Kemaliye’nin geçilmez sarp dağlarından Fırat’ın gözde şehri en güneydeki Raka’ya, antik Kizwan dağına, kutsal Şengal’e kadar yerin göğün tek efendisi olarak hükmettiği, tüm bu toprakları kendisine yurt bellediği yıllarda, güven içinde başını yastığa koyduğu zamanlarda, Viranşehir’deki muhteşem konağından sonra huzur bulduğu tek sığınağı Mandel’inden sefere çıkmak zor olmalı…
*
Gün boyu taşı, toprağı kasıp kavursa da güneş, geceleri buz kesiyor Kura Mandel’in zirvesi, keskin soğuk hazır kıta fedai gözcülerin iliklerine işliyor adeta. En karanlık gecede bile silüeti kaybolmuyor Kura Mandel’in, dahası yıldızlara yakınmış, Samanyolu’na yoldaşmış gibi geliyor insana, en uzaktaki, en cılız, hatta var yok arasında gidip gelen yıldızlara, en uzak gezegenlere bile. Kadim toprakların kalbi Karacadağ’ı, her santimi simli bir şal gibi saran yıldız deryası karanlık gökyüzü, içi ışık saçan kıl çadırına dönüşüyor bir an, açıkta olduğunu hissettirmiyor gözü pek gözcülere, yalnızlık duygusunu vermiyor insana, en sarp bir uçurumdan düşse bile, en sapa bir çukurda mahsur kalsa bile, en kuytu bir vadide yolunu kaybetse bile…
*
Aşağıya, uçsuz bucaksız yayla yerine, su kadar sevdiğim güzelim Mandel’in, sonsuz bir güvenle sırtımı verdiğim aşk diyarı dağımın düzüne inince, İbrahim Paşa’nın dillere destan on dört, belki de daha fazla sütunlu, varakları yerlere kadar indirilmiş kıl çadırına misafir oluyorsun sanki. Çadırın hemen ön tarafındaki ağzına kadar dolu kuyudan ancak yarım tas kadar su içebiliyorsun o kadar ki soğuk, o kadar ki doyurucu. Ateşi hiç sönmeyen kahve ocağının önüne geçip yer keçesine kuruldun mu, hele yün abayı omuzlarına attın mı, değil Kura Mandel’in sert rüzgarı, en kuvvetli fırtına kopsa umurunda olmaz.
Hele bir de Acem işi bir fincanda acı kahve ikram edildi mi sana günün yada gecenin herhangi bir vaktinde, Edûl’un, Derwêşê Evdî’ye olan aşkı dışında hiçbir şey aklına gelmeyecektir, dalıp gideceksin o zaman sonu gelmeyen Viranşehir ovasının kalbi Girê Edşanê’ye, canını aşkına adamış Derwêşê Evdî’nin ebedi mekanına. Belki de Habur suyu boyunca Kizwan dağına kadar seni dört nala götürecek altın yeleli atını, yada Şemir’in, Gês’in, Rom’un bir gece ansızın dört bir yandan saldırıya geçen başı bozuk hırsız süvarilerini, tecavüzcü pejmurde piyadelerini sabaha kadar kovalamayı, baş belası Arap çölüne yada Fırat’ın ötesine kadar peşlerinde gitmeyi, gece vakti kaldırılmış koyun sürülerini, başı ucu olmayan vahşi çöle salınmış Milan damgalı develeri, atları geri çevirmeyi, yada güneşi bile utandıran Şengal’ın çığlığına, Ezdai yaşlıların, kadınların, çocukların feryadına, illaki dara düşmüş gün yüzlü mirin, bir an bile zalime diz çökmemiş ölümsüz Şêx Şerfedin’in sesine ses olmayı hayal edeceksin gece boyu avazı hiç kesilmeyen, hikayesi hiç bitmeyen paşanın kıl çadırındaki Milanî dengbêjın kilamina dalıp giderken, belki de ilk defa duyduğun sonu olmayan bir kavgaya, bir aşk hikayesine kendini kaptırırken…