Vandallığa pirim sunan bütün anlayışlar faşist mevsimdir.
Eğer söz ettiğimiz mevsim çok faşist ise, hayat zindandan da ötedir insanlık için.
İklimin yaratıcıları her zaman her yerdeler, hayatı/hayatları zindan etmekte kararlıdırlar.
Zindan, kapalı mekânlar için düşünülse de, öyle olması şart değil.
Faşist mevsim, bütün açık alanları da zindanlaştırabilir.
Faşisttir o mevsim çünkü sevgiden, değerden, insandan, insanlıktan uzakta yaşar, her ne kadar felaketlerin sebebiyse de, görmezlikten gelir yakıp yaktıklarını, yok ettiklerini, verdiği toplumsal zararları.
*
Hitlerden sonra dünya parlamentolarında pek alışık olmadığımız rüzgârlarının esmeye başladığına tanıklık ediyoruz 21’inci yüzyılda, Cumhuriyetin 100’üncü yılında.
Sadece mevsim değil, mevsimler faşistleşti ve biz üşüyoruz.
İnsanlık üşüyor.
Milletler üşüyor.
Kimlikler, dinler, diller üşüyor.
Titriyoruz adeta!
Soğuktan değil titremelerimiz, kızgınlığımızdan, sinir uçlarımızla oynanmasından dolayı üşüyor ve titriyoruz.
İnsanlık coğrafyasında iyiliklerle var olma ihtimali olmayan faşist mevsimlerin soğuk atmosferinin toplumsal hâkimiyetler sağlamasına zemin sağlayan çürümüşlük, omurgasız duruşun toplumsal kabulü, bir süre daha üşütmeye, titretmeye devam edecek ve kızgınlıklarımıza mazhar olacak gibi.
Ancak, dünya tarihinden bize miras, hafızalarımızın hatırlama biçimlerine denk gelen yapraklarda, faşist mevsimlerin kalıcı olmadığına vurgu yapılıyor.
Kürt yazar Mehmed Uzun şöyle demişti;
Üşüyorum!
Mevsim faşist,
İçim ince.
Hangi ruh haliyle söyledi bilemiyorum, ancak tanıdığım kadarıyla bütün zamanlara atıfta bulunuyor, içinde bulunduğumuz, yaşadığımız zamanlarda dâhil buna.
*
Bu Türkiye’nin gündemi, bir de Diyarbakır’ın gündemine bakacağım.
Ticaret ve Sanayi Odası, Ticaret Borsası toplantılarından sürekli ‘icra kurulları’ adı altında oluşumlarla ilgili açıklamalar yapılıyor.
*Tarım konseyi icra kurulu
*TOBB il kadın girişimciler kurulu 1. İcra kurulu
*TOBB Genç Girişimciler icra Kurulu gibi, Diyarbakır’ı ilk etapta uçuracak gibi kulağa hoş gelen işlere tanıklık ediyoruz. Girişimcilik iyi, güzel, hoş, ancak girişim ruhunun sadece bayiliklere endeksli olmasına tanıklık etmek de ‘üşütüyor’ ruhumuzu…
Son zamanlarda sadece cafe, lokanta, ya da benzer işyerlerinin açılışlarının girişimcilik olarak anılması, yansıtılması bence kent gerçeğinden uzaklaştırıyor.
Bol STK’lı, dolayısıyla bol toplantılı bir kent olmanın mutluluğunu mu yaşamamız gerekiyor?
Yoksa kent olarak, ‘körler, sağırlar birbirini ağırlar’ modeline teslim olup olmadığımızı mı analiz etsek?
*
Kayyımlar arsa, gayrimenkul satışlarını hızlandırdı, çünkü seçim var. Seçim sonrası sabah bir kalkacağız ki, hiçbir şey yok. Adamlar sağlam kaldırımları söküp yenisini yapıyor. Her yer kaldırım şantiyesi. Sayısı yüzlerle ifade edilen, girişimci, ‘tırnak’ içinde sanayici iş insanı derneklerinden ‘TIK’ yok…
‘İş insanıyız, partimiz, siyasi görüşümüz olmaz’ deyip bu tür işlerin içinden rahatlıkla çıkabiliyorlar.
Ben de diyorum ki, kent sorunlarıyla ilgili değil ise işadamı; Sivil Toplum Kuruluşu ile işi olmamalı. Çünkü STK’lar, para ve siyaset çarkının dışında olması gereken kurumlardır. Onlar çarkın dışında olursa, halkın ve kentin sorunları öncelikli olur.
Yok, ‘her şey bizden sorulur ya da sorulsun’ derler ise, önümüzdeki bütün mevsimler çok daha faşist olur, sürekli üşürüz, hep üşürüz!