Ben geldim. Eğer Diyarbekirliyseniz ya da Diyarbekir’deyaşıyor ve de Diyarbekir’i seviyorsanız hele bir de eskiye özleminiz varsa benim köşemin konuğu olacaksınız. Hatta Pazartesileri iple çekeceksiniz. Zira her pazartesi köşemde sizlerle eski Diyarbekir’e dair yaşanmışlıkları paylaşarak sizleri bazen buruk bazen özlem dolu nostaljik bir yolculuğa çıkaracağım.
Yazan çizenin yumruklandığı, konuşanların ağzının kurşunla mühürlendiği bugünlerde Diyarbekir’in nitelikli gazetesi Tigris Haber'e yazma teklifini alır almaz hiç tereddüt etmeden kabul ettim. Nasıl kabul etmezdim ki? Aşığı olduğum kadim kentimin topraklarını sulayan nehrin adını taşıyan gazetede yani TİGRİS’te yazacaktım Diyarbekir’imizi…
Çok heyecanlıyım. İlk yazımı yazmak için mutfaktaki işimi çabucak bitirerek hemencecik salondaki köşeme oturdum. Bir yandan çayımı yudumluyor bir yandan da size yazacağımı planlıyorum. Çok düşünmeden hemen Tigris’in yaptığı çağrışımla bugünkü yazımın başlığını buldum.
ÇIXARÎ
Eski Diyarbekir’de tüm geleneklerimize bağlı olarak mutluluğu varlıkla ilişkilendirmeden mutlu ve mesut yaşamasını çok iyi bilirdik. Yokluk içinde bile mutluyduk. Birlikte eğlenmenin tadını çıkarırdık. Çıxarî günlerimiz vardı cuma ve pazar olmak üzere iki gün. Pazar günleri ailece Gazi Köşkü’ne, Pamuk Köşkü’ne, Fabrika’ya, Seyfül Mürlük’e, Dicle nehri kenarındaki Cin Ali’ye, cuma günleri ise mevsimine göre Şemsilere, Eşek Sekisi’ne, Ben-u Sen’e ve Böceklik’e giderdik. Cuma günleri sabah namazından sonra kadınlar toplu halde dilek ve hastalık için Kırklar’a gider duadan sonra Kavs Bahçeleri’nde kahvaltı keyfi yaparlardı. Bunun dışında semtine göre gidilen başka çıxarî yerleri de vardı. Dağkapı’da oturanlar Sirincax Daş ve Fiskayası’na, Saraykapısı’nda oturanlar Savoxpınar ve Çüthavuzlar’a, Urfakapı’da oturanlar Şak-ül Acuz, Sarî Qız ve Ben-û Sen'e. Ali Paşa’da oturanlar ise Mardınqapî Parkı’na ve Hewsel Baxçaları’na giderlerdi. Ali Paşalı kadınlar el işlerini, kavun çekirdeklerini alarak güneşten faydalanmak için beden dibinde Patrik denilen yere giderlerdi. Özellikle kavun çekirdeği tercih edilirdi. Çıtlatıp kabuğunu dudakla savurmak en büyük zevklerden biriydi. Evi kirletme endişesinden uzakça.
Pazar günleri sabahın erken saatlerinde çıxarî çıxınlarınîçînine alanlar hiç üşenmeden yaya olarak yola koyulurlardı. Mardinkapı yokuşundan aşağı dizilirdi allı morlu yedi dağ çiçeği misali gibi insan seli. O anda langır lungır, şıngırmıngır ritmiyle çalmaya başlardı qap qacax orkestrası.
Gazi Köşkü’ne varıldı mı hanımlar ilk iş olarak kahvaltı işine koyulurdu. Çok önceleri çalı çırpı toplanıp iki taş konularak ocak kurulurdu. Sonraki yıllarda ocağa göre daha pratik daha temiz ve o devre göre daha konforlu olan gaz ocağı girdi hayatımıza. Her ne kadar da ateşte pişen yemeğin ve kaynayan çayın tadını vermese de gaz ocağında kaynayan çay, pişen yemek, yine de temizliğinden, çabuk pişirdiğinden ve konforundan olsa gerek gaz ocağı çıxarî çıxınlarında yerini çok çabuk aldı. Çıxınlar her hafta oturulan ağacın altına konur, kilimler serilir, çocuklar sıtılları alarak köşkün ayvanında duvardan akan suyu doldurmaya çalışırlardı. Buradan sıtıllarını dolduramazlarsa köşkün arkasındaki çeşmeye koşarlardı. Çok güzel bir iş bölümü vardı aramızda, kimse boş durmazdı. Rahmetli nenem de öğlene pişecek yemeğin zerzevatını hazırlamaya koyulurdu. Kim daha iyi yakıyorsa o geçerdi pompalı gaz ocağının başına. O dönemin en önemli ev aleti olan gaz ocağı hanımların işini kolaylaştırmıştı bir nebze de olsa. Yakmak hem keyif verirdi hem de bir hüner gerektirirdi. Sarı renkli metal deposuna gazyağı doldurulurdu. Yakmak için başlığın altındaki hazineye mavi ispirto doldurarak benzinli muhtar çakmağıyla ispirtoyu ateşlerdik. Yanan ispirtoyla ocağın başı ısındıktan sonra pompalamaya başlardık. Bir müddet sonra o zamanlar bize tatlı bir melodi gibi gelen sesi ve mavi aleviyle yanmaya başlardı sessiz başlı gazocağımız. Hızlı bir şekilde hayatımıza giren bu konformist ev aleti az ile yetinip çoğu aramadan küçük mutluluklardan büyük paylar alarak şükürlü yaşayan biz Diyarbekirliler için büyük bir mutluluktu, yenilikti, farklılıktı bugünkü dokunmatik ocaklardan bi haber olarak…
Kendine has bir sesi vardı gazocağının. Benim sekiz yaşındayken ilk uçağa bindiğim zaman neneme uçağın içini tasvir ederken söylediğim gibi ‘Nene uçağın içi tıpkı bizim odanın içi gibidir. Hava boşluğuna girmezse hareket ettiğinin farkında bile değilsin. Düşün, bu odanın içinde gazocağının yandığını, aynen öyle tatlı bir ses geliyor o da ninni gibi hoşuna gidiyor. Hava boşluğu da çok hoştu o da takla dolabından aşağı inerken gibi oluyorsun.’ Bizimkiler yıllarca bunu söyleyip güldüler…
Kahvaltıdan sonra dolmalar doldurulur, meftuneler pişerdi. Kibe mumbar bile pişiren olurdu. Komşu payları gider gelirdi tabak tabak. Yemek sonrasında biz çocuklar top oynar, ip atlardık. Büyüklerin ‘Ağır ol ki batman gelesen. Artıx kocalıxqız olmîsan, oynamîyasan, xızmet êdesen, xaxın gözîüstündedir, unutmîyasan.’ tembihlerini unutarak. Yemek sonrası tekar çaylar içilirken kavun çekirdeklerinin kabukları da keyifle sağa sola savrulurdu. Akşam aynı ahenkle geri dönerken günün yorğunluğuyla damdaki taxtta yatmanın hayali kurardık…
Hatıralarınızı hatırladıkça yüzünüzden tebessüm eksik olmasın. Zira en iyi hatıra gülerek geçen günlerin hatırasıdır. Hayatta o günlerin sayısı az olursa insan bir gün gelir, ‘Ne etmişim de gülmemişim!’ diye ağlayabilir.
Sizin ağlanacak değil gülecek günleriniz çok olsun…