Bana yazmaya nasıl başladın diye soracak olsalar; inanın bu soruya ne cevap vereceğimi bir anda bilemem ama zaman tünelinde geriye doğru zihnimi biraz kurcalayacak olursam sanırım soruya vereceğim cevap, “Mektup yazarak” olurdu. Aslında her yazar “Yazmaya nasıl başladınız?” sorusuyla çoğu kez karşılaşır ki ben de çokça karşılaştım. Bazen öğrenciyken hatıra ve şiir defterlerine yazarak, bazen de kompozisyon derslerinde yazdığım kompozisyonlarla diyorum ama en eskiye gidecek olursak daha ilkokulu bitirir bitirmez aile büyüklerimize, konu komşuya mektuplar yazarak yazmaya başladım dersem en doğrusu bu olur.
Bizim jenerasyon iyi mektup yazardı. Diyelim ki komşu teyze, “Birsen kurban olmuşambaşan ben okuma yazma bilmiyem, eskerdeki oğluma bi mektup yazîsan?” dedi mi hemen kağıdı kalemi elime alır bir cümle komşu teyzenin dediğini yazdıysam empati kurarak iki cümle de kendi duygularımı dökerdim kağıda. Arkalı önlü kâğıdı doldurur ikici kâğıda geçince; “Ma ne oldî destan yazîsan?” diye alırdım uyarıyı. İşte böyle başlamışım ben yazmaya. Daha sonraları arkadaşlarla mektuplaşmaya başladık. İlk cümleyi kurmuşsam en az üç beş sayfa yazardım. Ortaokul yıllarımızda şiir ve hatıra defterlerimiz vardı. Hatıra defterlerimiz çok kıymetliydi. Çünkü pahalıydı. Harçlıklarımızı biriktirerek alırdık. Bana defterini veren arkadaş pişman olurdu çünkü en az iki sayfa yazardım.
Daha sonraki yıllarda kafamdaki sözcükleri, yüreğimdeki çığlıkları kâğıda dökmek için şiirler yazmaya başladım. Yazdıklarımdan biri, “Esrarkeşin Dünyası” yıllar sonra arkadaşımın hatıra defterinde sürpriz bir şekilde karşıma çıktı. Muhtemelen bu ilk şiirimdir. Şiiri okuduğum zaman hayretler içinde kaldım. Hangi duygularla veya hangi olayın etkisinde kalmıştım kim bilir… Hatırlamıyorum ama bu şiiri okuyan kişinin, şiiri yazanın bir esrarkeş olduğu düşüncesinin oluşacağını o gün bugün düşünür dururum. Bu nedenle de hiçbir yerde yayınlamadım. Ta ki Simurgun Ahı kitabımı yazmaya başlayıncaya kadar. Kitap bitti. Biyografim birazcık farklı olsun istedim ve zaman tüneli misali yazım hayatımı yazdım. İşte ilk o zaman bu şiirim biyografimin içinde kitabımda yer aldı.
ESRARKEŞİN DÜNYASI
Ben aşkın ve ümitsizliğin
Zalim pençesine kapılmış biçare
Sen benim ümitsiz aşkımın ilahı
Şimdi ne kadar uzaktayız birbirimizden
Sen belki aşkımızı hatırlarsın
Hayal meyal ama yarım
Saatler saatleri
Günler ayları
Aylar yılları kovalasa da
Aşkımızın hatırası ilk günkü tazeliğiyle bende
Şimdi hayal ediyorum başımdan geçenleri
İrade kuvvetim göçük
Sanki başka bir alemdeyim
Gözlerim hala ıslak, yüreğim rutubetli
Sen kıskanç, ben ise utangacım
Böyle başlamıştı aşkımız
Tek kelime konuşmuyorduk
Gözler anlatıyordu her şeyi
Karasızdım dedikodudan yana
Çekincelerim set çekiyordu aşkımıza
Nihayet gelmişti o mesut gün
Dolaşıyorken patikada
Kızarmıştık kulaklarımıza kadar
Belki o an dünyanın en mesut veya bahtsızıydık
Gelecekten bi haber
Bugün sadece puslu bir hayal bunlar
Gerçekten uzak aldatma yaşanılanlar
Şimdi sen sonsuz bir hayatta
Bense yaşamak denen cehennemin kucağında
Gecelerim uykusuz, gündüzlerim sonsuz
Karanlıklarda unutmak istiyorum seni
Unutamıyorum
Mecburum eski aleme dönmeye
Hatıraları yaşamak için
İçkimden bir yudum alıyorum
Dünyadan, dünyamdan çıkıyorum
Az sonra kendi dünyama dönerim
Bir nefes daha alırsam
Kendimi prenses, seni prens olarak görürüm
Unutmak istediğim anlarda
İradem durgun halidir idama giden mahkumun
Bana şimdi
Deli, serseri, esrarkeş diyorlar
Varsın desinler
Belki de haklıdırlar
Deli, serseri, esrarkeş olduğuma
Sebep
Seni elimden alan, sonsuzluğa götüren kuvvettir
Onlar bana deli, serseri diyorlar
Desinler
Esrarkeş diyorlar
Desinler
Bunlara isyan etmiyorum
Yalnızlığıma ve Senin ruhuna
Vedaların zamansızlığına lanet ediyorum
Ne kadar insafsız ve aceleciymişsin
Sen esrarkeş
Birsen Kılıç / 1972 / DİYARBAKIR
Konu şiirden açılmışken bir anımla devam edeyim. Yıl 1991, aylardan Kasım… Yüzü surların kara taşlarına dönük çoğu Mezopotamya güneşinin yaktığı esmer tenli çocukların okuduğu Diyarbakır Alpaslan İlkokulunda okuttuğum birinci sınıfta öğretmenler arası şiir yarışmasına gönderilmek üzere ‘Çiçek Bahçem’ şiirimi yazmaya çalışıyordum. Kâğıt ve kaleme o denli dalmıştım ki sınıftan çıkıp şiirde yazdığım haşin atmosferin ortasında rengarenk çiçek bahçemde nergislerin, sümbüllerin dağ güllerinin arasında dolaşıyordum adeta. Kokularını genzime çeke çeke… Bu dolaşma esnasında aniden birinin eteğimi çekiştirmesiyle olduğum yerde irkilerek tekrar sınıfa döndüm. Eteğimi çekiştiren köyden kentte göç rüzgârıyla savrulan dünya tatlısı Sakine’ydi. Amcası oğlu Nusret’i elinden tutmuş bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu. “Ne oldu Sakine, bir şey mi var?” diye sordum. Anadilinin yasaklılığıyla belki de anlamını bilmeden ya da bildiği kadarıyla “Örtmeni örtmeni ha bunun poxîsî (boku) gelî.” dedi yeşil gözlerini benden kaçırarak. Diğer çocuklarda gülüşmeler, ayıplamalar… Ben şiire o denli dalmış çiçek bahçelerinde dolaşırken yanı başımdaki iki nadide çiçeğim de tuvalete gidebilme mücadelesi veriyordu. Tabi o gün çiçek bahçesindeki gezime son verdim, zira ilham kaçmış yerini hüzün almıştı… Yüreğim kanadı, gözlerimden yaşlar Sakinelere, Nusretlere aktı gizlice…
ÇİÇEK BAHÇEM
Güller derdim çiçek bahçemden
Elimde bavulum, kucağımda kitaplarım
Koyuldum yollara doruklarına dağların
Çiçek bahçeme doğru
Islanmıştı pabuçlarım
Zar zor geçmiştim Murat'ı
İçimde bir sıkıntı, bir de haz
Vardım ki çiçek bahçeme
"Muallim!" dedi biri
Sesi ürkek, saçları başak
Teni bronz çağından
Bağrı açık,
Ayağı yalın şimşek gözleri
Ali'm, Ayşe'm, Zeynep' im..
Sardılar çevremi toprak kokulu çiçeklerim
Kokladım, okşadım, bastım bağrıma
Leylak, karanfil, zambağım diye…
O şiirim o gün orada anısıyla kalakalsa da daha sonra tamamladım ve yarışmada ödül kaptım...
Bu ödül bir yerde dürtü oldu benim için. Şiirler yazmaya devam ettim, yazdıklarımı yırtmadım, yakmadım seksenlerde olduğu gibi…
Yıllar sonra çalıştığım kolejin müdürü Sayın Mehmet Kapçak’ın beni Milliyet Blog ile tanıştırıp desteklemesiyle hem bilgisayar kullanmaya hem de aralıksız yazmaya başladım. Yazılarım artık okunuyor okundukça beni yazmaya itiyordu. Derken şiirlerimden bir dosya oluşturup kitaplarını hayranlıkla okuduğum kentimizin usta yazarı Şeyhmus Diken’e götürdüm. Şeyhmus Bey, dosyaya göz attıktan sonra, “Hocam şiirlerinizden bir kitap olur ama ben sizi Diyarbekir ağzıyla yazdığınız düz yazılarınızla bekliyordum. Siz bu dosyadaki Diyarbekir şiirlerini çıkarın, yazacağınız Diyarbekir kitabına eklersiniz. Diğerlerini yeni bir dosya yapıp Lis Yayınevine götürün, ben görüşürüm gereken yapılır.” dedi. Ve gereken yapıldı ilk kitabım İssiz Çıra çıktı. Diyarbakır kitap fuarında imzalı kitabımı yine kentimizin usta yazarı MıgırdiçMargosyan’a vermek üzere Aras Yayınları standına gittim. Kitabı ustaya uzatırken biraz konuştum. Hem konuşmamadan hem de kolumdaki Diyarbekir sembolü hasır bileziğimden olsa gerek, “Diyarbekirlîsen?” diye sordu ve ardından eski Diyarbekir’imizin yaşanmışlıkları ile ilgili sorular sordu. Ben de Diyarbekir ağzıyla cevaplarken, “Sen bu anlattıkların niye yazmîsan? Yaz seneye fuarda imzalı kitabını istiyorum.” dedi. Şeyhmus Bey, “Yazıyor, yazıyor, hatta kitap yazmasını ben de önerdim.” dedi.
Ben iki büyük ustadan düstur almıştım. Artık durur muydum? Tam bir yıl okul dönüşleri ev işlerini bitirdikten sonra gece saat on bir gibi klavye başına oturup gecenin bir vaktine kadar yazdım. Şeyhmus Diken editörlüğünde Lis Yayınevinden ikinci kitabım Özümsen Diyarbekir çıktı. Ve kitap fuarında İlk bölümünde iki büyük ustaya ithafen “Sözümü Tuttum Ustam” dediğim kitabımı imzalı olarak ustalarıma takdim ettim.
Artık yazmak için nedenim vardı. Çünkü dönütler çok güzeldi ve beynimde, yüreğimde sözcükler çığlık çığlığaydı. Susturmak için yazıyordum ve yazıyorum…