Mektup yazan bir nesildik biz

Birsen İnal

Bana yazmaya nasıl başladın diye soracak olsalar; inanın bu soruya ne cevap vereceğimi bir anda bilemem ama zaman tünelinde geriye doğru zihnimi biraz kurcalayacak olursam sanırım soruya vereceğim cevap, “Mektup yazarak” olurdu. Aslında her yazar “Yazmaya nasıl başladınız?” sorusuyla çoğu kez karşılaşır ki ben de çokça karşılaştım. Bazen öğrenciyken hatıra ve şiir defterlerine yazarak, bazen de kompozisyon derslerinde yazdığım kompozisyonlarla diyorum ama en eskiye gidecek olursak daha ilkokulu bitirir bitirmez aile büyüklerimize, konu komşuya mektuplar yazarak yazmaya başladım dersem en doğrusu bu olur.

Bizim jenerasyon iyi mektup yazardı. Diyelim ki komşu teyze, “Birsen kurban olmuşambaşan ben okuma yazma bilmiyem, eskerdeki oğluma bi mektup yazîsan?” dedi mi hemen kağıdı kalemi elime alır bir cümle komşu teyzenin dediğini yazdıysam empati kurarak iki cümle de kendi duygularımı dökerdim kağıda. Arkalı önlü kâğıdı doldurur ikici kâğıda geçince; “Ma ne oldî destan yazîsan?” diye alırdım uyarıyı. İşte böyle başlamışım ben yazmaya. Daha sonraları arkadaşlarla mektuplaşmaya başladık. İlk cümleyi kurmuşsam en az üç beş sayfa yazardım. Ortaokul yıllarımızda şiir ve hatıra defterlerimiz vardı. Hatıra defterlerimiz çok kıymetliydi. Çünkü pahalıydı. Harçlıklarımızı biriktirerek alırdık. Bana defterini veren arkadaş pişman olurdu çünkü en az iki sayfa yazardım.

Daha sonraki yıllarda kafamdaki sözcükleri, yüreğimdeki çığlıkları kâğıda dökmek için şiirler yazmaya başladım. Yazdıklarımdan biri, “Esrarkeşin Dünyası” yıllar sonra arkadaşımın hatıra defterinde sürpriz bir şekilde karşıma çıktı. Muhtemelen bu ilk şiirimdir. Şiiri okuduğum zaman hayretler içinde kaldım. Hangi duygularla veya hangi olayın etkisinde kalmıştım kim bilir… Hatırlamıyorum ama bu şiiri okuyan kişinin, şiiri yazanın bir esrarkeş olduğu düşüncesinin oluşacağını o gün bugün düşünür dururum. Bu nedenle de hiçbir yerde yayınlamadım. Ta ki Simurgun Ahı kitabımı yazmaya başlayıncaya kadar. Kitap bitti. Biyografim birazcık farklı olsun istedim ve zaman tüneli misali yazım hayatımı yazdım. İşte ilk o zaman bu şiirim biyografimin içinde kitabımda yer aldı.

ESRARKEŞİN DÜNYASI

Ben aşkın ve ümitsizliğin

Zalim pençesine kapılmış biçare

Sen benim ümitsiz aşkımın ilahı

Şimdi ne kadar uzaktayız birbirimizden

Sen belki aşkımızı hatırlarsın

Hayal meyal ama yarım

Saatler saatleri

Günler ayları

Aylar yılları kovalasa da

Aşkımızın hatırası ilk günkü tazeliğiyle bende

Şimdi hayal ediyorum başımdan geçenleri

İrade kuvvetim göçük

Sanki başka bir alemdeyim

Gözlerim hala ıslak, yüreğim rutubetli

Sen kıskanç, ben ise utangacım

Böyle başlamıştı aşkımız

Tek kelime konuşmuyorduk

Gözler anlatıyordu her şeyi

Karasızdım dedikodudan yana

Çekincelerim set çekiyordu aşkımıza

Nihayet gelmişti o mesut gün

Dolaşıyorken patikada

Kızarmıştık kulaklarımıza kadar

Belki o an dünyanın en mesut veya bahtsızıydık

Gelecekten bi haber

Bugün sadece puslu bir hayal bunlar

Gerçekten uzak aldatma yaşanılanlar

Şimdi sen sonsuz bir hayatta

Bense yaşamak denen cehennemin kucağında

Gecelerim uykusuz, gündüzlerim sonsuz

Karanlıklarda unutmak istiyorum seni

Unutamıyorum

Mecburum eski aleme dönmeye

Hatıraları yaşamak için

İçkimden bir yudum alıyorum

Dünyadan, dünyamdan çıkıyorum

Az sonra kendi dünyama dönerim

Bir nefes daha alırsam

Kendimi prenses, seni prens olarak görürüm

Unutmak istediğim anlarda

İradem durgun halidir idama giden mahkumun

Bana şimdi

Deli, serseri, esrarkeş diyorlar

Varsın desinler

Belki de haklıdırlar

Deli, serseri, esrarkeş olduğuma

Sebep

Seni elimden alan, sonsuzluğa götüren kuvvettir

Onlar bana deli, serseri diyorlar

Desinler

Esrarkeş diyorlar

Desinler

Bunlara isyan etmiyorum

Yalnızlığıma ve Senin ruhuna

Vedaların zamansızlığına lanet ediyorum

Ne kadar insafsız ve aceleciymişsin

Sen esrarkeş

Birsen Kılıç / 1972 / DİYARBAKIR

Konu şiirden açılmışken bir anımla devam edeyim. Yıl 1991, aylardan Kasım… Yüzü surların kara taşlarına dönük çoğu Mezopotamya güneşinin yaktığı esmer tenli çocukların okuduğu Diyarbakır Alpaslan İlkokulunda okuttuğum birinci sınıfta öğretmenler arası şiir yarışmasına gönderilmek üzere ‘Çiçek Bahçem’ şiirimi yazmaya çalışıyordum. Kâğıt ve kaleme o denli dalmıştım ki sınıftan çıkıp şiirde yazdığım haşin atmosferin ortasında rengarenk çiçek bahçemde nergislerin, sümbüllerin dağ güllerinin arasında dolaşıyordum adeta. Kokularını genzime çeke çeke… Bu dolaşma esnasında aniden birinin eteğimi çekiştirmesiyle olduğum yerde irkilerek tekrar sınıfa döndüm. Eteğimi çekiştiren köyden kentte göç rüzgârıyla savrulan dünya tatlısı Sakine’ydi. Amcası oğlu Nusret’i elinden tutmuş bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu. “Ne oldu Sakine, bir şey mi var?” diye sordum. Anadilinin yasaklılığıyla belki de anlamını bilmeden ya da bildiği kadarıyla “Örtmeni örtmeni ha bunun poxîsî (boku) gelî.” dedi yeşil gözlerini benden kaçırarak. Diğer çocuklarda gülüşmeler, ayıplamalar… Ben şiire o denli dalmış çiçek bahçelerinde dolaşırken yanı başımdaki iki nadide çiçeğim de tuvalete gidebilme mücadelesi veriyordu. Tabi o gün çiçek bahçesindeki gezime son verdim, zira ilham kaçmış yerini hüzün almıştı… Yüreğim kanadı, gözlerimden yaşlar Sakinelere, Nusretlere aktı gizlice…

ÇİÇEK BAHÇEM

Güller derdim çiçek bahçemden
Elimde bavulum, kucağımda kitaplarım
Koyuldum yollara doruklarına dağların
Çiçek bahçeme doğru
Islanmıştı pabuçlarım

Zar zor geçmiştim Murat'ı
İçimde bir sıkıntı, bir de haz

Vardım ki çiçek bahçeme

"Muallim!" dedi biri
Sesi ürkek, saçları başak
Teni bronz çağından

Bağrı açık,
Ayağı yalın şimşek gözleri

Ali'm, Ayşe'm, Zeynep' im..
Sardılar çevremi toprak kokulu çiçeklerim
Kokladım, okşadım, bastım bağrıma
Leylak, karanfil, zambağım diye…

O şiirim o gün orada anısıyla kalakalsa da daha sonra tamamladım ve yarışmada ödül kaptım...

Bu ödül bir yerde dürtü oldu benim için. Şiirler yazmaya devam ettim, yazdıklarımı yırtmadım, yakmadım seksenlerde olduğu gibi…

Yıllar sonra çalıştığım kolejin müdürü Sayın Mehmet Kapçak’ın beni Milliyet Blog ile tanıştırıp desteklemesiyle hem bilgisayar kullanmaya hem de aralıksız yazmaya başladım. Yazılarım artık okunuyor okundukça beni yazmaya itiyordu. Derken şiirlerimden bir dosya oluşturup kitaplarını hayranlıkla okuduğum kentimizin usta yazarı Şeyhmus Diken’e götürdüm. Şeyhmus Bey, dosyaya göz attıktan sonra, “Hocam şiirlerinizden bir kitap olur ama ben sizi Diyarbekir ağzıyla yazdığınız düz yazılarınızla bekliyordum. Siz bu dosyadaki Diyarbekir şiirlerini çıkarın, yazacağınız Diyarbekir kitabına eklersiniz. Diğerlerini yeni bir dosya yapıp Lis Yayınevine götürün, ben görüşürüm gereken yapılır.” dedi. Ve gereken yapıldı ilk kitabım İssiz Çıra çıktı. Diyarbakır kitap fuarında imzalı kitabımı yine kentimizin usta yazarı MıgırdiçMargosyan’a vermek üzere Aras Yayınları standına gittim. Kitabı ustaya uzatırken biraz konuştum. Hem konuşmamadan hem de kolumdaki Diyarbekir sembolü hasır bileziğimden olsa gerek, “Diyarbekirlîsen?” diye sordu ve ardından eski Diyarbekir’imizin yaşanmışlıkları ile ilgili sorular sordu. Ben de Diyarbekir ağzıyla cevaplarken, “Sen bu anlattıkların niye yazmîsan? Yaz seneye fuarda imzalı kitabını istiyorum.” dedi. Şeyhmus Bey, “Yazıyor, yazıyor, hatta kitap yazmasını ben de önerdim.” dedi.

Ben iki büyük ustadan düstur almıştım. Artık durur muydum? Tam bir yıl okul dönüşleri ev işlerini bitirdikten sonra gece saat on bir gibi klavye başına oturup gecenin bir vaktine kadar yazdım. Şeyhmus Diken editörlüğünde Lis Yayınevinden ikinci kitabım Özümsen Diyarbekir çıktı. Ve kitap fuarında İlk bölümünde iki büyük ustaya ithafen “Sözümü Tuttum Ustam” dediğim kitabımı imzalı olarak ustalarıma takdim ettim.

Artık yazmak için nedenim vardı. Çünkü dönütler çok güzeldi ve beynimde, yüreğimde sözcükler çığlık çığlığaydı. Susturmak için yazıyordum ve yazıyorum…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.