Kürt kadın siyasetçi Leyla Zana’yı yazmak hiç aklıma gelmezdi, onu yazmak düşünebileceğim son konuydu, neredeyse varlığını unutmuştum, ona dair kentlerden, kalabalıklardan, hatta siyasetten uzaklaşıp baba ocağı Bahçe köyüne yerleşip kendi sıkıntılarıyla boğuşması dışında hafızamda kalan hiçbir şey kalmamıştı. Hafızamın onun siyasi yaşamıyla ilgili bölümü adeta resetlenmişti. Memlekette kıyametin koptuğu, belediye başkanların, milletvekillerin, gazetecilerin, yazarların, üç beş tane sözde kabadayı gizli, açık iftiracı tanık hariç bilcümle siyasetçilerin tutuklanıp zindanlara atıldığı günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmesindeki son görüntüsü dışında her şeyini unutmuştum, belleğimden silinmişti. Kendisi hakkında, ödül veren devlet adı verilmeden, “Savaş halinde bulunan devletten ödül alma” iddiasıyla açılan davayı öğrendiğim ana kadar…
*
Hafızamdan silindiğini sandığım Leyla Zana’yı Diyarbakır’da Yeni Ülke’de muhabirlik yaptığı dönemden hatırlıyorum. Gencecik bir kadın, dünya tatlısı bir anne, Mehdi Abi’mizin biricik hayat arkadaşıydı, Kürtler henüz yeni tanımaya başlamıştı, daha yeni yeni varlığının farkına varmıştı onun. Dünyanın en berbat cezaevlerinden biri olan 5 Nolu Askeri Cezaevi’nde tutulan Diyarbakır’ın efsane Belediye Başkanı Mehdi Zana’yı her Kürt gibi ben de biliyordum, her Kürt gibi ben de onun hayat hikayesine sempati duyuyordum, her Kürt gibi ben de onu seviyordum, o benim de Mehdi Abi’mdi. Yeni Ülke’den önceki Leyla Zana, cezaevi kapılarında ömür tüketen bir avuç direnişçi aile ile sırt sırta mücadele eden bir kadındı. O, cezaevi kapısındaki bir direnişçi olsa da hep bu efsane adamla anılıyordu, biliniyordu, “Mehdi Zana’nın karısı böyle, Mehdi Zana’nın karısı şöyle…” ötesi yoktu. Gazeteci arkadaşımız, aynı zamanda Leyla Zana’nın akrabası olan Faysal Dağlı’yla zahmetli bir yolculuktan sonra yaptığı zor bir haberden, daha doğrusu önemli bir röportajdan sonra daha bilinir, daha tanınır oldu, önü hapishane kapılarından tüm memlekete yayıldı, bana göre ise kendisi olmanın ilk çıkışını gerçekleştirmiş oldu, yeni hayatına ilk adımını atmış oldu o röportajla. Çok geçmeden de SHP’den Diyarbakır milletvekili seçildi, oradan da 17 milletvekili arkadaşıyla birlikte HEP’e geçti. Gerisini herkes biliyor, anlatmaya gerek yok…
*
Ama Leyla Zana’yı yazarken Meclis’in o kızılca kıyamet ortamında yeminini ettikten sonra Kürtçe, “Ez vê sondê li ser navê gelê Kurd û Tirk dixwim” (Bu yemini Türklerin ve Kürtlerin kardeşliği adına ediyorum) diyerek ortaya koyduğu tarihi duruşu asla es geçmemek gerekiyor. O gün, daha doğrusu Diyarbakır milletvekillerine yemin sırasının geldiği 6 Kasım 1991 günü, Meclis’te halkların kardeşliği üzerine Kürtçe mesaj vermesi gereken Hatip Dicle, Türkçe okuduğu yeminden önce, “Bu metni anayasanın baskısı altında okuyorum…” sözleriyle yetinerek son anda geri adım atınca sarı, kırmızı ve yeşil renkli çemberi ile öne atıldı Leyla Zana, büyük bir cesaretle, vakur adımlarla Meclis’in kürsüsüne yürüdü, bir an bile tereddüt etmedi, çelişki yaşamadı, öfkenin dorukta olduğu bir anda, inkar ve asimilasyon politikasının üretildiği Meclis salonuna döndü, büyük bir sessizlik içinde Türkçe yeminini etti, ardından da anadili Kürtçe ile sonsuz boşluğa seslendi. Milyonlarca insanın konuştuğu Kürtçe bir cümlenin Meclis salonunda yankılanmasıyla kıyamet koptu. Kendisi gibi bir Kürt olan, bir şeyh çocuğu olan DYP’li Ali Rıza Septioğlu’nun geçici başkan olarak Meclis oturumunu yönetiyor olması, bir iki uyarı hariç ona karşı nazik davranması, başkan olarak linçe kalkışan milletvekillerini yatıştırma çabası, akıl tutulmasının yaşandığı ortamda sürekli milletvekillerini sükunete, akli selim olmaya davet etmesi, gruplardan gelen tüm itirazlara rağmen yemini doğru okunmuş olarak kabul etmesi Leyla Zana için, Kürtler için bir şans olduğunu söylemek gerekiyor. Leyla Zana efsanesi böyle bir ortamda doğdu, böyle bir ortamda büyüdü, böyle bir ortamda dünyaya yayıldı. Daha sonra bir grup milletvekili arkadaşıyla birlikte polis marifetiyle yaka paça Meclis’ten alındı, saçma sapan iddialarla yargılandı, yaklaşık on yıl cezaevinde kaldı, çıktı, Ağrı’dan bir daha milletvekili seçildi, bu defa Meclis oturumunu yöneten CHP’li Deniz Baykal, Leyla Zana’nın kürsüde Kürtçe sarf ettiği, “Onurlu ve kalıcı bir barış umuduyla…” sözlerine olan tahammülsüzlüğünü gizleyebilmek için Leyla Zana’nın ‘Türk Milleti’ yerine ‘Türkiye Milleti’ dediği gerekçesiyle yemini geçerli saymadı. Bu dönemden sonra kendi kabuğuna çekilen Leyla Zana, baba ocağı Bahçe köyüne yerleşti…
*
Birileri Leyla Zana’nın varlığını kendileri için muhtemel tehlike, bir engel olarak görmüş olacak ki “Siz onu unutabilirsiniz, hafızanızdan resetleyebilirsiniz ama biz onu unutmayız, biz en küçük bir ihtimali bile göze alamayız…” dercesine yeniden Leyla Zana’yı bize hatırlattı, üstüne üstlük eşi benzeri olmayan dünyanın en saçma sapan davasıyla bunu yaptılar, akıllara durgunluk veren uyduruk bir hikayeyle bunu yaptılar. Belli ki toplum mühendisleri harıl harıl çalışmaya devam ediyor, belli ki en tepedeki seçkin kanun adamları durduk yerde bile yeni yeni suçlar icat etmeye, akla hayale gelmeyecek gerekçeler yaratmaya devam ediyor, her şeyi bırakıp köyüne gitsen bile, dahası baba ocağına sığınıp sıkıntılarınla cebelleşsen bile seni rahat bırakmaya niyetleri yok. Meramlarını anlıyorum, korkularının farkındayım herkes gibi, her aklı başında olan bir insan gibi. Onlar da sanıyorlar ki Leyla Zana’nın başını bilmem hangi ölü kanun maddesiyle belaya sokmakla, onu diskalifiye etmekle, ortalığa saldıkları sahte efsanelerle Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ni, en kötüsü Sur Belediyesi’ni alabilecekler, böylece de kayyum garabetinden kurtulabilecekler. Akıllarınca hiç bir itibarı, hiç bir kıymeti harbiyesi kalmamış kayyum marifetiyle devam etmek istemiyorlar, bu en kötü oyundan artık sıkılmış olmalılar. Önlerine dikilebilecek, dahası heveslerini kursaklarında bırakabilecek hiç kimseyi ortada bırakmayarak, son bariyerleri, son engelleri de bertaraf ederek güzelim Diyarbakır’ın, kadim şehrin iradesini teslim alabileceklerini, Kürdün sırtını yere getirebileceklerini sanıyorlar, hatta buna inanıyorlar, bu inançla varlığından bile bihaber olduğumuz kanunları devreye sokuyorlar. Öyle ya bizim Leyla’mıza, Diyarbakır’ın Leyla’sına, dahası Kürdün Leyla’sına açılan bu pespaye davanın, bu saçma sapan davanın başka ne anlamı olabilir ki. Yuh size…