Nisan ayında, doğanın renk patlaması yaşadığı güneşli bir günde gitmiştim Kurka Çeto’ya, Heci Ahmet’le birlikte. İki binli yılların başında gittiğimiz Kurka Çeto (Aydere) köyü hala boştu, hala insansızdı, gökyüzünde süzülen kuşlar, daldan dala atlayarak bizi izlemeye çalışan sincapların çıkardığı yaprak hışırtıları, etrafımızı saran arıların vızıltısı, gür ağaçlarla kaplı derelerden gelen kurbağa sesleri, bitmeyen suyun şarıltısı, yürüdüğümüz derin vadi boyunca duyuluyordu. Çoğu iki katlı, her biri bir kasır büyüklüğünde olan yıkık dökük taş evler olmasa, tarihi Omerya bölgesinin insan eli değmemiş bakir bir vadisinde yol aldığımızı sanacaktım. Biri kuzeydeki Haciya köyünden, diğeri ise Xerabê Baba köyü taraflarından gelen iki derin vadinin birleştiği yerin tam ortasında yükselen doğal tepenin yamacında yan yana, sırt sırta dizili evler, öylece son sahiplerini bekliyorlardı, hüzün içinde…
*
Çevrede Kurikê olarak da tanınan köy, tarihi Dara kentinin muhteşem antik barajını, devasa su sarnıçlarını besleyen kaynakların başında kurulmuş. Haciya’dan gelen vadinin batı tarafındaki Kaniya Xanka gözesinden çıkan su, Romalılar, belki de Persliler zamanında yer altına döşenen toprak su borularıyla antik kentin sarnıçlarına götürülmüş. Binlerce yıl aradan geçmiş olmasına rağmen yer yer toprağın üstüne çıkmış olan toprak borulardan artık su akmıyor olsa da ilk günlerindeki gibi hala sapa sağlamdılar, bir iki küçük müdahale ile yeniden su taşımaya hazırlarmış gibi duruyorlardı. Aradan geçen bunca zamana, yaşanmış sayısız doğal afete, insan talanına rağmen toprak boruların hala sağlam kalmış olmaları bende ustalarına karşı büyük bir hayranlık, dahası büyük bir saygınlık uyandırmıştı…
*
Kurka Çeto’yu ilk defa 1996 yılında İstanbul Yenikapı’daki binada yayın hayatına başlayan Demokrasi gazetesinde birlikte çalıştığım Heci Ahmet’ten duymuştum. Heci Ahmet’tin Kürtçe, her ah çektikten sonra, “Tenê ne li Omeriyan, ne li Nisêbînê, ne li Mêrdînê, hema bibêjin li temamê Kurdistanê jî derek wekî Kurikê ne xweş e, ez bawernakim. Ma Kurik paytexta Omeriya ye ha, warê Edmankiyan û Mahmûdkiyan e, ha... ” diyordu. Hecî Ahmet konuştukça, ona göre eşi benzeri olmayan Kurka Çeto’yu anlattıkça köye olan ilgim, köyü görme isteğim artıyordu. Her konuşmanın arkasında, 14 Şubat 1992 günü biri yeni askerden terhis olmuş 6 Kurka Çetolu köylünün hayatını kaybettiği, 5'i ağır 12 köylünün de yaralandığı komşu Qurdîsê köyündeki olaylardan sonra askerler tarafından zorla boşaltılmak istense de köylü 1995 yılının Mayıs ayına kadar baskılara direndi. Mayısın sonlarına doğru boşaltılarak yakılmış olan, dahası yıllarca da insan girişine yasaklanmış olan köyüne, üstelik o günlerde hala boş olan Kurikê'ye beni davet ediyordu. Her defasında da davetini kabul ediyordum…
*
Artık Kurka Çeto’daydım, boş evleri arasında dolaşırken çocukluk anılarını bir bir anlatan Heci Ahmet’i can kulağıyla dinliyordum. Köyü bir iki defa turladıktan sonra köyün girişinde iki katlı büyük bir evin önünde durdu, sigarasını yaktı, kederli konuşmasına kaldığı yerden devam etti, her zamanki gibi Kürtçe, “Ev jî mala Fehîmayê ye” dedi. Heci Ahmet gibi gazetede çalışan sessiz, sakin, İstanbul’un varoşlarında kendi halinde yaşayan Fehima ablanın da Kurka Çetolu olduğunu öğrenince şaşırmış, “Vay Fehima abla, konağından hiç bahsetmemişti…” deyince, Heci Ahmet daha da kederlendi, Kürtçe, “Wê çi bibêje, çawa bibêje, ji kê re bibêje…” dedi, bir daha sustu, daldı gitti…
*
Bir süre daha Kurka Çeto’yu, Haciyan köyüne giden yolun üzerinde bulunan harabe halindeki köy okulunu dolaştık, Kaniya Xanka’nin gözesinden su içtik, kökleri bile kurumuş bir iki üzüm bağını, yıllar içinde çalı çırpı ile kaplanmış bir iki bahçeyi dolandık, daha fazla gecikmeden önce Qurdîsê ardından da Qesrikê köyleri üzerinden vadi boyunca Dara’ya giden dönüş yoluna girdik.Yasak olmasına rağmen ziyaretimize göz yuman son noktadaki koruculara teşekkür ettik, Dara’daki antik barajı, su sarnıçlarını, tarihi camiyi, zindanı, taş köprüyü, dev kaya mezarlarını ziyaret ettikten sonra Dara’nın köy minibüsü ile Nusaybin’e döndük…