Türkiye’de alışılmış bir durumdur. Nerdeyse cumhuriyetle yaşıt kavramsallıkla ifade edilir: “Hak veriyoruz”. Bu hak verme mantığının içi öylesine doldurulur ki; seçme ve seçilme, kılık kıyafet, kadının oy kullanması filan! Aklınıza ne gelirse! Ya da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın seçime üç gün kala Van ve Diyarbakır’da “Yasakları kaldırıyoruz, kaldırdık. BDP’liler biz istediğimiz için oldu. Ya hu! Senin gücün ne sen kimsin! Otuz milletvekilin var nesin ki!” İfadesinde görüldüğü gibi “yoksayıcı” eda!
Sanki hiç uğruna mücadele edilmemiş. Muktedirin insafı ve vicdanıyla ulufe gibi bahşedilmiş siyasal, kültürel, toplumsal ve bireysel haklar. Muktedirler bir gece vakti istihareye yatmışlar. Ve rüyalarına girmiş ki; “aman kullara, tebaaya şu haklarını verin de gönülleri hoş olsun” demiş gaipten uhrevi bir ses!
Oysa gerçek durum hiç de öyle değil.
Her hak kazanımının arkasında mutlaka mücadele var. Özellikle Kürtlerin hak talepkârlıklarında bu daha çok böyle.
Kürdistan’a ziyaret yapan birçok şahsiyetin ağız birliği etmişçesine söyledikleridir. “Sıradan bir Kürt’le konuştuğunuzda asgarisinden hukuk ya da siyaset eğitimi almış biriyle konuştuğunuz hissiyatına kapılırsınız.”
Sahici bir duruma işarettir bu. Haklar uğruna mücadele, bireyleri biler, toplumları da örgütler.
Yıllarca Kürt diye bir halk olmadığı dillendirildi. Olmadığına inanılan halkın kimliği, dili, kültürü, müziği özetle nesi varsa yok sayıldı. Hatta gasp edildi. Bunun karşılığında ucu açık belalara denk düşen bir yeniden varoluşla mücadele ile kendini kanıtlayan “eşitler” arasında kabulü dayatan varoluşa denk düştü Kürdün duruşu.
Tabi bununla yetinilmedi. Yasalarla inkâr edilen ve dil, okul, isim, müzik, kitap ne dendiyse harfler dahi yok sayıldı. Kürt halkı yasa koyucuların yasalarının karşısına, meşruiyeti ve fiili durumu koydu. Varız, vardık ve var olacağız dediler.
Çocuklarının, yerleşim yerlerinin isimlerini inadına dayattılar. Sistem kabullenmek durumunda kaldı. Yasa koyucunun, siyasette temsilin önüne koyduğu barajlar, uzun mücadeleler sonucu yerle bir edildi. Tek dil, o tek dilin yasasını çıkaran parlamentoda alaşağı edildi.
Şimdi Kürdün yeni şeyler söyleme zamanı.
İşte Eşbaşkanlık Meselesi böyle bir yeni duruma denk düşüyor. Kadının adının olmadığı, yok sayıldığı, çocuk doğurmaya ve bakmaya, ev hanımlığına layık bulunduğu bir tuhaf ülkede; erkekle eşitlemenin meşru adıdır artık Kürdün Türkiye siyasetine kattığı evrensel konumlanış.
Siz bu yazıyı okuduğunuz günden bir gün sonra yerel seçimler için elli iki milyon seçmen sandık başına gidecek.
Sandık başına gidildiğinde kişileri, partilerini, ideolojilerini, bir önceki seçimdeki tercihlerden ve temsiliyetlerden dolayı icraat ve vaat sorgulamalarını dikkate alarak oy vermek ve siyasal tercihlerde bulunmak elbette mümkün, doğal ve olması gereken.
Ama bana göre bir başka seçenek daha var. O da şu: Oy verilmesi düşünülen siyasi partilerin erkek egemen toplumun değişim ve dönüşümü konusundaki tavırlarına da bakmak gerek. Bu konudaki gelecek tasarıları nedir diye. Üstelik partilerin bugüne kadarki tercihleri de dikkate alınarak!
Tek başına Eşbaşkanlık Meselesi açık arayla topluma önemli bir mesaj. Nerde bir kadın aday var ise hemen yanıbaşında yoldaşı bir erkek. Ve nerde bir Erkek aday var ise yanı başında yoldaşı bir kadın. Üstelik seçim kazanma ihtimali hayli yüksek yerleşim yerlerinde. Bundan daha demokratik hâl, ne ola ki!
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve eş siyasal paydaşı Halkların Demokratik Partisi (HDP) “Biz Buradayız, siz nerede ve kimin safındasınız ey seçmen” diyor. Ben de aynen bu sözü dillendiriyorum.
Ey seçmen; dostlarınız ve yoldaşlarınız, hiçbir etnik, dinsel kimliği, siyasal, cinsel varoluşu ötekileştirmeden ben buradayım diyor. Sahi senin kararın nedir ey seçmen. Bugüne kadarki tercihlerini bir kez daha sorgula ve öylece sandık başına git, ey seçmen…