Kumar, Dostoyevski ve Babam

Müslüm Üzülmez

Okuduğumuz bazı kitaplar bazen yazı yazma isteği uyandırır. Yıllar önce Dostoyevski’nin Kumarbaz(*) kitabını okumuştum. Eski klasikleri tekrar tekrar okuma huyum nedeniyle kitabı yeniden okudum. Bu yeni okumamda bazı yeni şeyler fark ettim.

Dostoyevski günahkâr tabiatlı bir kumarbazdır. Avrupa’ya çıktığı seyahatlerinde kumar masalarından ender kalkar. “Kumara başladığında oyunun heyecanı başını döndürür”, tüm parasını kaybedene kadar oynar. Kumar için, “hamile karısının evlilik yüzüğünü, küpelerini ve paltosunu bile rehineciye” bırakır. Yayıncısından sürekli avans ister. Kumarda kaybettiklerini, “edebiyata dönüştürerek telafi etmeyi düşünür”. Yazı yazmak için sürekli oynar ve kumardan geriye kalan zamanlarında da durmadan yazar. Bir yazıcı (stenograf) kadın tutarak tam 29 günde Kumarbaz kitabını yazımını bitirir. Joseph Frank’ın Önsöz’de belirttiği gibi, “eser hem bir özeleştiri hem de bir savunmadır.” (s.35)

Kumar eskimeyen bir sosyal olgudur. Tarih boyunca hep var olmuştur. Hain bir cazibesi vardır. Tutku bacayı sardığında iradeyi ipotek altına alır. Tuhaf duygular yaşatır. Sadece para kazanmak için oynanmıyor. “Zenginlik düşlerini kovalayanlar kadar zenginler de kumara meraklı… Ne yoksul ne zengin olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin yaşamının bir döneminde tutkunu olduğu Avrupa’daki kumar salonlarının müdavimlerinin çoğu, ne yapacaklarını bilmedikleri kadar parası olan aristokrat ve zenginlerdi.” (Kumarbaz/Sonsöz/Gündüz Vassaf, s.227)

Kumarbaz’ı bu okuyuşumda çoğu yerde her nedense Babam (Cuma Üzülmez/d.1931-ö.1992) aklıma geldi.

Babam zeki ve hüner sahibi nevi şahsına münhasır biriydi. Taş ve duvar ustasıydı, yani sanatkârdı. Kur’an’ı hafızdı, hattatı, bazıları şeyh/şex bile derdi. Tadında içki içer, çok iyi de kumar oynardı. Bağcıydı, arıcıydı, kahveciydi ve yurt dışında çalışan işçiydi. Oyunlarda iyi bir halay başıydı ve güzel halay çekerdi. Ayrıca, “İnsanı aradım buldum âdemde/ Gülü arayan bulur gülistânda/ Â dost nerede? kandedır kande/ Nihayet buldum, candadır canda // Bu yollar ayrılır, hep şaha gider/ Yolu yürümekten ben bıktım meğer/ Kırklar yediler oldular rehber/ Nihayet buldum dostu, bendedir bende” dizeleri gibi Latin ve Arap harfleriyle güzel de şiirler yazardı. Tüm bunların yanında iyi bir insan ve iyi bir babaydı. O, 12 Eylül’le birlikte kardeşlerim ve benim gözaltına alınışlarımızda gözaltıları, tutuklanışlarımızda cezaevleri önünden, duruşmalarda ise mahkeme salonlarından ayrılmayan hakiki bir babaydı.

Cumhuriyet okullarında okumamıştı. Çocukken, Ergani Ahurlar Köyü’nden Elê Bacı diye kadın bir hoca dedemin evinde gelip kalır. Abdullah Dedem (d.1915-ö.1979) ve Zelo Nenem (d.1907-ö.1996), Elê Bacı’nın her türlü bakımını, yiyeceğini içeceğini, üstünü başını temin edip ve biraz da para vererek, yani anlayacağınız tüm ihtiyaçlarını karşılayarak, bugünün ölçülerine göre özel öğretmen olarak tutarlar: Evde çocuklara okuma yazma öğretsin diye. Tabi bu okuma yazma, eski yazı dediğimiz Arap Alfabesi’ne göre. Bu eğitime yaklaşık on beşe yakın tanıdık ailelerin çocukları da katılır. Yani bir nevi mahalle okulu. Sabah, akşam ders verir. Bu üç sene böyle devam eder. Böylece babam Alfabe ve Kur’an okumayı öğrenir. Daha sonra, hiç tahsil görmemiş, her şeyi kendi gayretiyle öğrenen ve öğreten Müftüzadeler’den Emin (Yıldırım) Efendi’nin yanına gönderilir, özel ders almaya başlar. Okuma yeteneğini ve bilgisini geliştirir, dini bilgilere de vakıf olur. Ardından da Diyarbakır’a, Mislim (Müslim) Dayı’sının yanına gönderilir. Dayısından ve başka hocalardan dersler alır. (Benim ismimin Müslüm bırakılma nedeni, bu Mislim Dayı’ya duyulan sevgi ve saygıdandır) Kanımca, Mislim Dayı’sından sadece Kur’an ve dini bilgiler edinmez, aynı zamanda kumar oynama huyunu da edinir. Çünkü Mislim Dayı çok çok iyi bir kumarcıymış. Aile büyüklerimin anlatımlarına göre, Diyarbakır’dan kalkıp taa Halep ve Şam’a kumar oynamaya gidermiş. Hatta bir keresinde Halep’ten dönerken gece, Arap çöl eşkıyaları kendisini kovalar ve soymak isterler. O da kaçarak bir mezarlığa girer. Hemen bir mezarın toprağını eşeler, salı kaldırıp, ölüye: “Kadınsan bacımsın, erkeksen kardeşimsin. Beni bu gece yanına misafir olarak kabul et!” deyip sabaha kadar mezarın içinde saklanarak hayatını zor kurtarır.

Yukarıda belirttiğim gibi, babam çok kumar oynardı. Kumar oynarken de tüm kumarbazlar gibi tüm düşüncesini tek bir noktada, bedelini ağır ödediği, oyun kâğıtları veya zarların üzerindeki o beklediği tılsımlı sayılara odaklardı. Öyle günler olurdu ki, üç gün üç gece kumar masasından kalkmazdı.

Erasmus, 1511 yılında yazdığı Deliliğe Övgü adlı eserinde, kumarbazları deliler arasında sayıp saymama konusunda tereddüt eder. Kumarbazlar için aralarında bazen öyleleri görülür ki, bunlar zarların sesini işitince, kalplerinin attığını ve çarptığını duyarlar. Bazıları da, kazancın tatlı ümidiyle durmadan aldanarak talihlerinin gemisini gelip rastlantının tehlikeli kayasına çarptırır ve parçalarlar. Kuvvetten düşmüş ve hemen hemen kör ihtiyarların burunlarında gözlük hâlâ kumar oynadıklarını, hastalık yüzünden parmakları tutmayanlarında, bir kimseye para verip kendileri için zar attırdıklarını yazar. (Deliliğe Övgü, Kabalacı Yayınları, s. 94-95)

Ünlü Rus yazarı Aleksandr Sergeyeviç Puşkin ise, Maça Kızı adlı öykü kitabında, “Maça Kızı gizemli bir uğursuzluğun belirtisidir,” diye yazar (Maça Kızı, Oda Yayınları, s. 5). Maça Kızı eğer “gizemli bir uğursuzluğun” belirtisi ise, kumar, uğursuzluktan da çok öte bir ocak söndürendir derim.

Kumarcılar kahvelerde, kulüplerde, evlerde; nerede olurlarsa olsunlar kâğıtlarla, zarlarla, taşlarla kumar oynarlar. Hele Yılbaşıları… Geçmişte hiçbir eğlencesi olmayan insanlara kumar sanki kaçınılmazmış gibi sunulur ve özendirilirdi. Kahvehaneler ve bazı evler önceden hazırlanırdı. Polis baskınlarına karşı gerekli rüşvetler verilir, gizli/ emniyetli yerler temin edilir, erketeler/ gözcüler sağa sola dikilirdi. Kanımca, bugün de pek değişen bir şey yok! Sadece Ergani’de değil, Diyarbakır ve hatta tüm Türkiye’yi gözümüzün önüne getirdiğimizde; kahve veya cafelerin, lokallerin, kulüplerin, gazinoların çokluğu bile pek bir şeyin değişmediğini gösterir (Sanal bahis oyunları ve gazinoları da unutmayalım). Kahvelerde sabahtan akşama, akşamdan geceye kadar; bazı kahvelerde/ yerlerde ise geceden sabaha ve tekrar sabahtan akşama kadar… gece gündüz, hiç durmadan insanlar zarlı, taşlı, pullu, kağıtlı oyunlar oynayarak “oyalanırlar”.

Mislim Dayısı Halep ve Şam’a kumar oynamaya giderse, yeğeninin Yılbaşılarında kahvelerde üç gün üç gece masadan kalkmadan zar atıp kumar oynaması çok mu? Kumar alışkanlığı negatif bir güçtür. Kumar hırsı insana her şeyi yaptırır. Kumarda, kumarcı ne eşini, ne çocuklarını, ne bağını ve bahçesini, ne parasını, ne de sağlığını düşünür. Kumarda, kumarcının gözü, aklı, fikri atılan zarlarda veya dağıtılan oyun kâğıtlarındadır.

Dostoyevski kumar oynayacağı zaman sadece rulet oynardı, babam zar atardı. Dostoyevski sadece Avrupa’ya seyahate çıktığında kumar oynardı. Babam ise Avrupa’ya (Hollanda’ya) 1971’de çalışmaya gidince kumarı tümden bıraktı. Dostoyevski kumar için “hamile karısının evlilik yüzüğünü, küpelerini” bile rehineciye bırakmıştır, Babam da tek gayrimenkulü üzüm bağını. Dilim varmıyor babama kumarbaz demeye, ama alın teriyle çalışarak kazandığı paraların çoğunu kumara verdi. Dostoyevski, kumarda kaybettiklerini “edebiyata dönüştürerek”, babam ise çok daha fazla çalışarak çocuklarına sahip çıkarak gücü yettiğince tümünü okutarak telafi etmeye çalıştı. Her ikisi de kumar yüzünden çok acı çekti.

Kumar deyip geçmemek lazım. İşin içinde hırs var, heves var, haz var, şansını deneme var, tutku var, alışkanlık var, kazanma arzusu var, zengin olma istemi var; devletler var, gizli örgütler var, siyasi oluşumlar var, finans örgütleri var, mafya var... Diyeceğim şu ki: Siz siz olun, kumardan uzak durun!

 (*)Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Kumarbaz, İletişim Yayınları, Çev. Ergin Altay, 6.Baskı.