Sevgili dostlar, hemşerilerim, niyetimiz kimseyi üzmek, aşağılamak hor görmek değil aksine yanlışları düzeltmektir…
Kentli diye bir kavram vardır, kentli olabilmek için üç kuşağın kentte doğup büyümesi gerekiyor demişler felsefeciler, psikologlar, sosyologlar, bu ortak bir kanıdır…
Kentliler; kent kültürüyle büyüyen komşuluk ve insani ilişkileri ön planda tutan, ufukları geniş, gönülgözleri-kapıları açık olan zümreye denir… Herkesin kendini sorgulaması gerek, yüksek sesle, içsesiyle, ne kadar kentliyim diye!
Kent kültüründe aile kavramı öne çıkar, sadece çekirdek aile değil, geniş aile kavramı, komşuluk ilişkileri, mahalle kavramı, toplumsal çatışkıya mahal veren tüm kavramlara karşı çıkıp anında müdahale etmek, kötülükleri bertaraf etmektir…
İnsanların fiziksel-beyinsel eksiklerini hor görüp aşağılamamalı, empati yapmalı…
Benim çocukluk ve ergenlik yıllarımda bu aşağılanma ve hor görülme vakalarıyla hep karşılaştım…
Kendi semtimde gözlemlediğim ve analiz ettiğim birkaç konuyu dile getirmek isterim…
Görme Engelli…
Kent kültüründen ve belli bir bilince sahip olmayanlar görme engellilere kör derlerdi bu tabiri en masumane terim olarak kabul edelim, oysa etrafımıza bir bakalım, toplumun yarıdan fazlası kördür, gönül gözleri bile kapalıdır…
Bir de hakaret aşağılanma, hor görülme daha da ileriye gideyim hakaret ve küfür olarak “Kôro-kôr” diye dillendirildiğine mutlaka şahit olmuşuz… Gözbeklerinin biri kayan kişiye “Şaşo, şeş u beş, Allah’a yan bakan!” ya da bir gözünü kaybeden veya doğuştan bir gözü olmayana da “Nauzubillah” dendiğine şahit-tanık olmuşuz küfür gibi savurup dışlamışız…
Saraykapı diğer semtlerimiz gibi kadim semtlerdendir, malumuz üzre İçkale’de bulunan Hz. Süleyman ve sahabelerin türbelerinin bulunduğu camisine Perşembe-Cuma günleri dilek adayan, türbeleri ziyaret eden, mevlit-yasin okutanlar ve bu mevlitlerini de giriş kapısında oturan doğuştan görme engelli hafızlar okurdular, bu hafızlar anadan doğma görme engelledirler, bu yüzden “Âma” denirdi, nurani yüzlüydüler, birebir tanışıklığımız vardı çünkü aynı mahallenin sakinleriydik çocukları arkadaşlarımızdı…
Bu hafızlar Perşembe-Cuma günleri hariç bulgur zamanı sokak-sokak dolaşıp “Bulgur çekan!” diye bağırırdılar…
Bulgurlarımızı onlar çekerlerdi, tıkanan kanalizasyonu onlar açarlardı, mezarlıklarda Yasin okurdular, Kürtçe-Zazaca mevlidi ilk onlardan duydum!
Bu hafızlar toplumda saygın kişilerdiler ve o saygıyı da hak ediyorlardı… Arbedaş’ta ikamet eden bir hafızın kızı vardı onun eli ayağıydı, kızını çağırdığı zaman “Here Yıldız-Yıldız” derdi, biz bu “Here Yıldız-Yıldız” sözcüğüne ek sözcüklerle tekerleme yapıp bir türkü makamına uyarlar söylerdik Yıldız’ı kızdırırdık, Yıldız terlik fırlatırdı…
Bu Hafızlar Türkçe, Kürtçe, Zazaca, Arapça bilirlerdi çok zekiydiler…
Mıho diye bir “ama” vardı yüzü kıpkırmızıydı, kendi halinde biriydi, gariban- yoksul biriydi dilenirdi, çocuklar Deli Mıho-Deli Mıho diye kızdırırdı peşinden giderdiler, koca-koca adamlar çocuklara kızacağına arkasında dolanıp “Ula Mıho” deyip ensesini tokatlarlardı, bu olay çok tuhafıma gitmişti, Mıho sonradan aklı ziyan oldu!
Rahmet okurlar hafız Kuran’lar
Kimi bulgur çeker
Kimi de lağım temizler…
Doğuştan ama olan Çüngüş ilçesinden bir amca vardı, Diyarbekir’in yerel ve merkezi yöneticilerini ziyaret ederdi, milletvekilleri de buna dahil, takım elbise giyerdi şık giyinirdi toplumda da saygı görürdü…
/Braile alfabesi: veya körler alfabesi, 1821 yılında Louis tarafından geliştirilmiş görme engelli insanların okuyup yazması için kullanılan bir alfabe yöntemidir. İki kolon taşıyan dikdörtgen düzen üzerine dizilmiş altı kabartılmış noktalardan oluşur. Her iki kolonda üçer nokta oluşur.
Kaynakça Vikipedi/
Brail Alfabesi, el yordamıyla dokunarak, okunan bir alfabedir.
Hz. Süleyman Camisinde mevlit bisküvitten-şekerden-lokumdan nasiplenmek için her Perşembe-Cuma giderdik, bir gün şık giyimli siyah gözlüklü bastonlu biri geldi, çantasından kalın bir kitap çıkardı türbenin önünde oturup el yordamıyla ‘Yasin Suresi’ni mırıldandı, Brail alfabesine o zamandan beri aşinayım…
Sonradan öğrendim elindekinin Brail Alfabesiyle yazılmış Kuran-ı Kerim olduğunu…
Mahalle büyüğümüz Lütfi Abi görme engelli; Dağkapı’da Sinan Lokantasının önünde yabancı marka sigara satardı, parayı el yordamıyla anlardı, aynı değerde ki kağıt parayı ayrı cebine katlayıp koyardı…
Lütfi abinin başka bir özelliği daha vardı, çok güzel domino oynardı ve hiç yenildiği duyulmamış görülmemişti…
Sadece rakibin oynadığı-işlediği taşı sesli söylemesi gerekirdi, yenildiğini anlayan rakip hile yaptığı an anlardı, çünkü çıkan taşları beynine kazırdı, etraftan yardım alırdı ve hileli taşı bulurdu, çok zekiydi…
Görme engelli bölümünü bir anektotla sonlandıralım:
Eşber Yağmurdereli’nin Beşiktaş adliyesinde duruşması vardı, yazarlar-edipler destek amaçlı adliyenin bahçesinde duruşma saatini bekliyoruz, grup halinde oturuyoruz biz şairler Can Yücel’in etrafında çember oluşturmuşuz, bir aralık Eşber Hocayla Doğu Perinçek kolkola bahçede volta atıp konuştuklarnı gördük, ismini şu an hatırlamadığım bir şair Can Yücel’e dönüp:
-Hocam bunlara bakar mısın?
-Bunlardan bi bok olmaz, Türk Solu işte kör-topal gidiyorlar!
Yürüme Engelli…
Kent kültüründen nasiplenmemişler yürüme engellilere “Tope-topal, tek bacak” derlerdi bunu da hakaret eder gibi söylerlerdi…
Dışlarlardı, şaka niyetine koltuk değneklerini gizlerlerdi ve ardından da kahkahalar atıp eğlenirlerdi…
Saraykapı semtinde kısa boylu bir ayağı diğerinden kısa, bir kolu sakat, hafifçe kambur olan ismini hiç kimsenin bilmediği sevimli bir amca vardı, lakabı da “Çıtpıt” dı öyle seslenirlerdi…
Çıtpıt yürümekte çok zorluk çekerdi, koca-koca gençler bu zavallıya takılır kızdırırdılar, Çıtpıt da Kürtçe kallavi küfürler sıralardı, bunu hazmedemeyen akıldan yoksun embesiller, psikopatlar, arkadan Çıtpıt’ın gerisine tekme atıp Kürtçe küfür edip kahkahalarına şahit olmuşluğunu gözlemlemişim, Çıtpıt semtimizin akil insanların müdahalesiyle kurtulurdu…
Öyle sevimliydi ki Çıtpıt
Göyneğe dikesin gelirdi…
Süleyman Nazif ilkokulunda okurken, Hacı D… diye bir arkadaşımız vardı ateşli hastayken iğneden dolayı bir ayağı kısalmıştı, çok güzel elyazısı vardı, divitle de çok güzel bezemeler yapardı, o yaşta hattatlara taş çıkartırdı, şiire duyarlıydı ve şiir yazardı, bir gün yazdığı şiiri derste sessizce okurken öğretmen fark etti, şiiri okudu anlamsız bir tepki verdi:
-Ulan baban anana yeniden aşık olsun diye mi bu şiiri yazdın?
Öğretmendi bu sözde aydındı, ilginç olan da bu ya; üstelik öğretmenin adı da Aydın B…’tü!
Hacı okulu bıraktı; yıllar sonra yolumuz kesişti, Ptt ye özürlü kadrosuyla işe girip telefon direklerinde cambazlık yapar gibi çalışırdı, hayat hikayesini dinledim, çocuk yaşta uyuşturucu batağına düşüyor…
Körolası bozuk düzen, çarkın kırıla!
İşitme Ve Konuşma Özürlü…,
İşitme engellilere “Kero” konuşma özürlülere de “Lalo” derlerdi küfredercesine!
Aramızda dolaşan o kadar çok işitme özrüne sığınıp duymazlıktan gelenler var ki, haddi hesabı sorulmaz!
İlginç olan da işitme özrüne sığınanlar da ya mevki sahipleridirler ya da siyasetçilerdirler, söylediklerinizi duyar gibiyim “İsmet-İsmet” diyorsunuz!
İşlerine gelenleri fısıltıyla bile duyarlar ama işlerine gelmediklerini yüksek sesle bile duymazlar…
Devekuşu gibi, şimdi devekuşu ne alaka diyeceksiniz, çok alaka; yük yüklersiniz taşı dersiniz, taşıyamam der, neden dersiniz ben kuşum der, madem kuşsun uç dersin uçamam deveyim der bu da o misal!
Mahallemizde hem duyma hem de konuşma özürlü bir arkadaşım vardı, her gün Saraykapıdan istasyondaki Sağırlar Okuluna yayan gidip gelirdi, onun kadar kendini seven birini görmedim, tril-tril giyinirdi çok bakımlıydı, saçı dağıldı mı ayna ve tarağı hazırdı, ayakkabısı gıcır-gıcır parlardı, Cüneyt Arkın hayranıydı, sonradan Vilayetteki Karayollarında işe başladı, karayollarını gülüydü bu gülü ne tamamlar sizce?
Gül bahçesi ve Karayolları Müdürü onu bahçıvan yaptı gül kokulu Mustafa oluverdi!