İnsan dediğin merak eder. Burnunu her an her yere sokar. Yetinmez dokunur. İlla ki temas eder. Bunlardan sanırım en masum dokunmaya, iletişim kurmaya gerek olanı da kitaplardır.
Gerçi diyeceksiniz yeni bir yıl ve yüzyılda artık sanal kitaplar ve okumalar da çıktı ya! Şükür henüz o pek yaygınlaşmadı. Okurlar hâla kitabın canlısına kağıt kitap kokusu hissedileni, hatta yazarıyla iletişim kurulanı ve de mümkünatı varsa yazarından imzalısını tercih ediyorlar.
Mekânlarını sıkça tercih ettiğim, avlusunda oturup avluyu gövdesi ve gölgesiyle kucaklayan han’ı eski suriçine indiğimde ziyaret eder, gününe göre; çaylarını, melengiç kahvelerini, mamok (yabani erik) suyunu içer dinlenirim.
Bilenler tahmin etmiştir, Diyarbakır Balıkçılarbaşında Demirciler Çarşısının içindeki Sülüklü Han’dır sözünü ettiğim. İşte o hanın en mütevazı ve saklı, kendini göstermeyen yeraltı mekanıdır Haoma Kitabevi. Belki çok fazla kitabın olduğu bir kitapevi değildir. Ama yeni tabirle bir butik kitap mekânıdır Haoma. Oraya girdiğinizde kendinizle ve kitaplarla bir de mekânla hemdem olursunuz. Çoğu kez hanın cümle kapısından girdikten sonra sağdaki kapısının önünden geçerken fark bile etmezsiniz. Bu sebeple kitapevinin işletmecisi Gulisor Akkum sıkça kendini avluya atıp Haoma’nın kapısını görebileceği bir noktada oturur ve okur.
Facebook sayfasında paylaşmış yakın günlerde yaşadığını ilgimi çekti. ‘Kitapevine kendi tabiriyle “iki filozof(!)” kadın girer. Kitapların bulunduğu tarihi mekânı iyice bir gözden geçirip, bir kaç facebook pozu çektikten sonra kitapçıya yanaşır ve “kürdan var mı?” diye sorarlar! Kitapçı gayet kendinden rahat gidip Mıgırdiç Margosyan'ın "Kürdan" adlı kitabını raftan alarak iki filozofun önüne koyar. Filozoflardan biri Sokrates edasıyla kitaba bakarak “yahu benimle dalga mı geçiyorsun, dişime yiyecek kırıntısı sıkışmış da, kürdan istiyorum, kürdan...” diyerek kitapçıyı şok ederler...’
Artık Gulisor bu yaşanmışlığın devamını yazmamış, terbiyesi elvermediğinden olsa gerek. Benim bildiğim filozoflara filozofik bir cevap vermiştir.
Neyse bu paylaşım yıllar evvel yine Diyarbakır’da bu kez cahil bir kitapçıda benim yaşadıklarımı bana anımsattı.
Musiki ile uğraşanlar Urfalı ünlü musikişinas Tenekeci Mahmut’u bilirler. Onun oğlu Osman Güzelgöz doksanlı yıllarda Zaman Gazetesinin Kürt (o yıllarda güneydoğu) masası şefiydi. Ben de Ticaret Sanayi Odasında yönetimdeydim. Osman Güzelgöz bölgeye o yıllarda hükümetlerin sıkça gündeme taşıdığı ekonomi paketleri ve bölge gerçekliği üzerine birkaç günlük bir dizi yazısı yapmak üzere gelmiş ve röportajlar yapıyor.
Beni de aradı görüştüm ve röportaj verdim. O arada bu çalışmalarını da kitap yaptığını arada söyleyiverdi. İlgi duyduğumu da öğrenince İstanbul’a döndükten sonra yollayacağını dile getirdi. Birkaç gün sonra da iki kitap postadan çıktı. Hoş röportaj kitapları(ydı). Bir hafta sonra dört gün süreyle görüşmeler Zaman’da yayınlandı. Benimle yaptığı görüşme dönemin olağanüstü hâl bölge valisi Ünal Erkan ile aynı gün yayınlanmıştı.
Aradan epey bir zaman geçti öğrendim ki Osman Güzelgöz’ün benim de röportajımın yer aldığı kitabı yayınlanmış. İslami kitaplar arasında yer alan bir yayınevinde kitap çıktığından o tür yayınları satan bir yayıneviydi şehirde kitabı sormaya gittiğim kitabevi.
Girdim kitapevine şöyle bir kitaplara göz gerdirdim. Sonra kasanın yanında tezgâhta duran şahsa saf saf sordum; Osman Güzelgöz’ün “Bir ok attım kebab oldu” kitabı var mıydı?
Adam şöyle bir beni süzdü ve ardından cevabını yapıştırdı: “Ne oku ne kebabı kardeşim, sen bizimle dalga mı geçiyorsun. Kebapçı arıyorsan, kebap bitişikte!” Deyiverdi. Ya hu Osman Güzelgöz kem küm, Zaman gazetesi, Kürt masası falan filan deyip ağzımda gevelememe fırsat vermeden bir kez daha hadi yallah der gibi bitişikteki kebapçıyı işaret ediverdi. Kös kös çıktım.
Sonra Osman Güzelgöz’ü aradım hikâyeyi anlattım. Birlikte bastık kahkahayı ve kitabı bana yolladı tabi.
Neyse bu da bir başka kitap hikâyesi. İkisi de şehirden….