tüm acıları
bir yürekte taşımak çok zor
tüketiyor adamı
Bilemedim kıymetini, dalından kopan bir yaprak gibi savruk geçti ömrüm. Şimdi yeşillikler arasında denize tepeden bakan bir kaya parçasının üzerine oturmuş düşünüyorum geçmişte kalan yılları. Çoğu kez hayatın kendisini anlamadan, anladığımı zannederek yorumladım. Bu nedenle tökezleyip sürekli düştüm. Her düşmeden sonra tekrar kalkıp yeniden yürüdüm, ama çok yoruldum. Bu yorgun bedeni taşımada yürek artık zorlanıyor.
Denize tepeden bakan bir kayanın üzerindeyim, dinliyorum doğayı. Doğa, tüm ses, koku, renk ve nimetleriyle varım diyor. Deniz, ağaçlar, güller, çiçekler ellerin dokunacağı kadar yakın, rüzgâr gül yapraklarını okşarcasına ferahlık veriyor. Toprak yağmur, yağmur toprak kokuyor. Ama bozkırın ortasındaki ardıç misali bir başımayım. Tek tesellim misafirim olan renkli tohum kuşlarının nağmeleri. Dinledikçe titriyor gönül telleri.
Yeşillikler arasında kaya parçasının üzerine oturmuşum, gözlerim yerle gökyüzünün birleştiği flu ufuk çizgisinde. Deniz mavi, kara parçası zeytin yeşili. Güzel bir sessizlik hâkim. Sadece su sesi, kuş sesi ve birde zeytin ağaçlarıyla güllerin tatlı esintisi var. Oturduğum yerin hemen yanı başımda bulunan bahçedeki kırmızı, pembe, sarı güllerin üzerinde gezinen bal arılarının çıkarttığı vızıltı ya da gül dalları arasında böcek toplamaya çalışan kuşların cıvıltısı mutluluğun sesi, görüntüleri de mutluluğun resmi olabilir mi? Bilemiyorum.
Kaya parçasının üzerinde otururken gözlerim gökyüzünün sessiz maviliğinde güneşin altında yalnız uçan siyah bir kartalın süzülüşüne takıldı. Kanatları açık, bırakmış kendisini hava akıntısına. Kanat çırpmadan uçmak, doğanın kendisine bahşettiği mucizevi bir miras olmalı. İnsanlar ancak bir nesneyle uçabilir. Bu da doğanın dilini çözmenin güzelliği sayesinde olur. Mesafeyi kat edip gökyüzünde uçmak, insanın sevdiklerine kavuşmasının yarattığı duygu ne hoş bir duygudur. İnsana bir tuhaflık verir. Özlem kavuşmayı, kavuşma duyu organlarıyla dokunmayı bekler. Beklerken, bekleme halinin vermiş olduğu duyguyu çok severdim. Şimdi bir başıma bir taşın üzerine oturmuş siyah bir kartalın uçuşunu ve gerçekleşmeyen hayallerimi düşünüyorum. Ne garip?
“Herkese Aş, Herkese İş, Herkese Hürriyet” dedik. Ama sosyal gelişmeye uygun, istediğimiz şekilde sosyal yaşam biçimleri oluşturamadık. Hayallerimizin gerçekleştirmek bir başka bahara kaldı. Yaşam bir başka boyutta formatlandı ve sosyal gelişmeye paralel insan yaşamı farklılaştı, dahası aile, akrabalık, vefa, dostluk, arkadaşlık ve vicdan, ahlak, merhamet gibi değerler aşınmaya başladı. Düzen insanları işkolik ve parakolik yaptı. Öyle bir noktaya gelindi ki, insanlar artık eşine, çocuğuna, arkadaşına ayıracak zamanı bulamaz oldu. Ya karın doyurma ya da para kazanma derdine düştü. Oysa teknolojik gelişmeyle insanların daha fazla zamanı olacağı, kendisine, eşine, çocuklarına, sevdiklerine daha fazla zaman ayıracağı ve toplumsal refah öngörülmekteydi. Ama tam tersi oldu. Ütopik vizyonun yerine; daha fazla olmak, daha fazla yapmak, daha fazla kazanmak, daha fazlasına sahip olmak günümüz insanının vizyonu oldu. Dostluk, dayanışma, paylaşım, adalet, vicdan rafa kalktı. Para, hırs ve güç için çok kişi veya kurum şeytanla pazarlığa oturdu, ruhlarını kirletti. Her şey ticarileşti, her şey Zemzem niyetine Doların yeşiliyle yıkandı. Hiçbir şey artık kutsal gözükmüyor. Tüketim çılgınlıkları olarak dini bayramlarda veya Ramazan ayı boyunca yapılan alışverişlerde, dini bayramlarda beş yıldızlı otellerde ya da tatil merkezlerinde yapılan gezilerde, kandillerde marketlerin, şirketlerin dağıttığı kandil simitlerinde ruhaniyet ve manevi huzuru boşuna aramayın. Bunlar geçmişte kaldı. Bireysel özgürleşme toplumsal özgürleşmeye dönüşmeyince, gerçek anlamda bireysel özgürleşme, barış ve huzurun gerçekleşmesi olası mı? Bunu düşünelim.
Akşama doğru yeşillikler arasında denize tepeden bakan kaya parçasının bulunduğu yerden ayrıldım. Evin yolunu tuttum. Bir kitap elime alıp kanepeye uzandım. Okumam ne kadar sürdü bilmiyorum, gecenin karanlığında gökten boşanırcasına camları döven şiddetli bir yağmur başladı. Hışırtılı rüzgârın ve buğulu camlara vuran yağmur damlalarının sesi, kitap sayfaları arasından süzülüp gelen değişik düşünceler, gecenin karanlığında bir parlayıp bir sönen yıldırım ve araba farlarının ışıkları birleşip beni yolculuğa çağırdılar. İnsan doğduğu yerden, memleketinden, akrabalarından, sevdiği insanlardan, sevgiliden ne kadar uzaklaşırsa ve hele bir de yaşı orta yaşı aşarsa; anılar ve geçmiş bir o kadar yakaya yapışır, aklın bir köşesinde beyni hep kemirir durur. Yaşamın diyalektiği bu, yapacak bir şey yok yola çıkmaktan başka…
Yol çağırıyor. Kara surlarla çevrili kendi kentime kavuşmadıkça dinmeyecek ruhumun sızısı. Yıldızların ışıltısı altında dağları bir bir ardımda bırakarak sabah ezanı okunmadan kapısını çalmalıyım. Kavuşmak yaşamın, ölüm ayrılığın kanunu.
Not: Yeni bir yıla giriyoruz. Tüm güzel insanların yeni yılını kutluyorum. Acı, gözyaşı ve ölümlerin son bulması dileklerimle selam, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.