Sen, Karacadağ’ın ölüye can veren rüzgarına yüzünü vermiş deli dolu bir zambaksın nisan yağmurlarında, nazlı bir lalesin Girê Sor’un girilmemiş kuzey yamaçlarında. Aşkın yedi ikliminden bu yana yoldan çıkmış yüreğime, laf dinlemeyen aklıma rehber olmuş güneşsin. Nasıl kıyarım sana, nasıl diyebilirim umut senin neyine, hayal senin neyine. Bir an bile bekleme, umursama artık, uç git o hiç büyümemiş, o hiç kirlenmemiş bebek kalbinin peşinden bir kelebek gibi Beroj’dan öteye, benden öteye...
Beni bırakıp gitsen de kaybolduğum bu ıssız Deşta Gewra’dan, bu uçsuz bucaksız ovadan, bu taş cenneti düzlükten su kadar sevdiğim, can olduğum yüreğimin dağı, anlayacağım seni ki başka da bir şansımın olmadığını biliyorum güzelim, çoban yıldızım. Tüm zambaklara inat, kırk yılda bir bile olsa köye inmemiş yabani bir çobanın ten değmemiş avuçlarını terleten bir tutam kızıl saç ya da kadim bir koçerin kıl çadırının gölgesinde gün boyu avuç dolusu delikli şekerle gelecek çerçiyi bekleyen minnacık bir çift pembe yanak, bir çift kara kuru göz olarak kalbimin derinliklerinde yaşayacaksın, bunu bil...
En çok da Bêsrek düzüne can, yıldızlara yoldaş olacaksın karanlık her gecemde, ruhumun sessiz, kimsesiz her anında, alıp gitsen bile sana bir türlü fısıldayamadıklarımı, ne yapsam da bir defa bile veremediklerimi, beni Bêsrek düzünde öldürmeye yeminli zambak, can zambak… Dedim ya, Bêsrek düzünde, vaktim tamammış gibi vurmaya, beni öldürmeye yeminli bir zambaksın sen. Seninle yaşanacak son kavgamı kaybetsem ne olur, kazansam ne olur, çekip gittikten sonra bu yabanıl yerden, Milanî Karacadağ’dan, dünyayı bana dar eden sönmüş bu volkanın ağzından, ilk aşkıma, ilk aşkına, ilk aşklara nefes olduğum bu heybetli diyardan…
Git, ver kanatlarını ne taraftan estiği, ne için uğuldadığı belli olmayan delirmiş rüzgara, koptu kopacak fırtınaya, karanlığımı büyüten yalnızlığına, hakikatin kaskatı kesildiği kalbindeki soğuğa, baharına yandığım ülkeme, bitmeyen, bitmeyecek aşkına can olan suya, toprağa, güneşe…