İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Sovyetler Birliği’ne bağlı Kızıl Ordu Hitler faşizminin kalbi Berlin’e girdi ve paralel olarak aynı zamanda Amerika Avrupa’ya bir çıkartma yaparak bazı ülkelere yerleşti. Savaşın sonunda yapılan bir anlaşmayla da sadece Avrupa değil, dünya ikiye bölündü: Bir tarafta ABD’nin başını çektiği emperyalist-kapitalist blok, diğer tarafta Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist blok. Ve bu bölünme sonrasında ABD ve Sovyetler Birliği arasında yaşanan kıran kırana rekabet ve yarışmanın bir sonucu olarak tüm dünyada “Soğuk Savaş” rüzgârı esmeye başladı, hem de çok sert.
Soğuk savaşın başladığı yıllarda Türkiye’de Demokrat Parti iktidarda olup Adnan Menderes başbakandır. Adnan Menderes yönetimi bu dönemde ABD’yle sıcak ilişkiler kurarak ABD’ye tüm kapıları gizli ya da aşikâr açtı. ABD yönetimi de Türkiye’yi kendisine bağımlı hale getirmek için kapsamlı yoğun bir çalışmanın içine girdi. Soğuk savaşla birlikte artık her şey bu savaşın ya öznesi ya da nesnesi durumuna geldi. 23 Haziran 1954’te “Askerî Kolaylıklar Antlaşması” ve daha sonrasında imzalanan çok sayıdaki ikili antlaşmalarla Türkiye’de bir yandan ABD askeri üs ve tesisler kurulup açılmaya başlanırken, diğer yandan da ilkokul öğrencilerine ABD’den hibe olarak gelen süt tozu, kek, balık yağı dağıtılmaya başlandı. “Barış Gönüllüleri” adı altında birçok CIA ajanı ise her yerde çalışmalarını gönül rahatlığıyla aleni sürdürür oldu.
ABD’nin yardım(!) kampanyalarından biri de 1955 yılında Marshall Planı kapsamında süneye, yani kımıl böceğine karşı korunaklı olan ilaçlanmış tohumluk buğdayların göndermesidir. Halk arasında Kara Yara/ Birîna Reş olarak tanımlanan amansız hastalık işte bu buğdayların gelişiyle başlar. Kimyasal tarım ilaçlarıyla zehirlenmiş yüzlerce ton tohumluk buğday dönemin iktidarı tarafından bölgedeki partili ağa, bey ve ileri gelenlere bedava dağıtılır. Onlardan bir kısmı bu buğdayları el altından a’laf ve zahireciler aracılığıyla darı, arpa ve buğdaydan daha ucuz bir fiyata satarlar. İlk önce zahire dükkânlarının civar ve önlerinde bu buğdayları yiyen serçe, güvercin ve kumrular ölmeye başlar, ama trajik olay anlaşılıncaya kadar insanlar bu ölümlerin nedenini anlayamaz. Ardından da fakir-fukara naçar bazı insanların bu buğdayları ucuz olduğu için satın alıp değirmenlerde öğüterek un yapmaları ve bu unlardan yapılmış ekmekleri yiyen çocukların el, ayak ve yüzlerinde kara yaralar oluşmaya başlar. Küçücük bedenleri kaplayan bu yaraların hemen sonrasında da yüzlerce kız ve erkek çocuk yaşlarına doyamadan ölür, yüzlercesi de sakat kalır.
Dayım Nurettin Değirmenci Çermik’teki acılı o kara günleri anılarında şöyle anlatır:
“Kara yara, bütün vücudu sarıyordu. Özellikle, su sıkıntısının olduğu bölgelerdeki insanlar, bu buğdayları yıkamadan değirmene götürdükleri için; felaket daha büyük oluyordu.
Bazı analar çok titiz olduğu için, onların çocukları kara yara belasını ucuz atlattı. Ancak, fırınlardan satın alınan ekmeklerden de kara yara oluşuyordu. Bu teşhis sonradan yapıldı. İş işten geçtikten sonra. Kara yara kasabayı kavurduktan sonra, gerekli önlemler alınmaya başlandı. O zamana kadar zaten ilaçlı buğdaylar bitmişti.” (1960’lı Yıllardan Bir Kesit ÇERMİK, İstanbul 2002, s. 231-232)
1960 öncesinde Diyarbakır ve çevresi hem ekonomik nedenlerle hem de Kürt nüfusa sahip olması nedeniyle geri kalmışlık ve ulusal baskının yoğun yaşandığı sıkıntılı bir durumdadır. Eğitim oranı düşük, işsizlik ve yoksulluk diz boyudur. Kara yara hastalığı ortaya çıktığında bu nedenle Diyarbakır başta olmak üzere Kürt nüfusun yoğun yaşadığı illerde korkunç acılara sebep oldu; toplumun vicdanında derin yaralar açtı. Başka bölgelerde, yani Ege’de, Trakya’da, Karadeniz’de bu hastalık yaşandı mı, bilmiyorum, maalesef bu konuda bir bilgiye sahip değilim. Ama coğrafi bölge olarak neresi olursa olsun, bu hastalığa yakalanan çocuklar dönem iktidarının “kara leke”sini yaşamları boyunca hep bedenlerinde taşıdı ve halen de taşıyor.
Musa Anter, bu korkunç olaydan etkilenerek 1959 yılında “49’lar Davası”ndan tutukluyken İstanbul-Harbiye’de hücrede Brîna Reş (Kara Yara) adlı piyesini yazar ve eser 1965’te yayınlanır. Nazım Hikmet 1959 yılında “Gazete Fotoğrafları Üstüne” üst başlığı altında “Kara Yara” şiirini kaleme alır. Erganili şair Enver Atılgan çok sonraları başka bir facia nedeniyle yazdığı “83 Ölü” başlıklı şiirinde kara yara trajedisine değinir ve bu şiirinde çok önemli bir tespit de yapar: “yeryüzünde ilk kez/ bende görüldü kara yara” diyerek.
Bu piyes ve şiirlerin yazılışından yıllar sonra, yakın bir zamanda, kara yara hastalığının bir romanı yazıldı. Yazar Vedat Çetin, Önce Kuşlar Öldü(*) adlı bu romanında hastalığın yoğun yaşandığı Ergani’yi merkeze alıp Diyarbakır, Silvan, Hazro, Kulp, Çermik, Çınar, Bismil’de yaşanan kara yara hastalığını anlatarak döneme ayna tutuyor.
Kitabın yazım sürecinden başından beri haberim olduğu için, romanın çok uzun ve yoğun bir çalışmanın ürünü olduğunu söyleyebilirim. Romanın yazılış sürecinde 1960 öncesinin mekânlarına ve insanların yaşam tarzı ve sosyal ilişkilerine dair elimde olan görsel malzeme ve yazıları göndererek, dönemin kara yarasından etkilenen şahıslarla görüşmelerini sağlamaya çalışarak, sonrasında roman taslağını okuyup düşüncelerimi ileterek yardımcı olmaya çalışmıştım.
Vedat Çetin sonuçta, Önce Kuşlar Öldü isimli romanında kara yara olayını çok iyi kurgulayıp toparlayarak toplumsal belleğe önemli bir katkı sunmuş. Anlatımını ve betimlemeleri beğendim. Zaman ve mekân ilişkisi iyi kurulmuş; 1960 öncesi atmosferini yansıtması yerinde ve güzel. Hastalığa yakalananların psikolojik davranışlarına dair hassas dokunuşlar romana zenginlik katmış: Kara yara illetine yakalananların iç dünyalarının derinliklerinde kopan fırtınaların ne kadarını kendi içlerinde bastırdıkları ne kadarını dışarıya yansıttıklarını, hastalıktan bedeni ve ruhu yaralanmış romanın başkarakteri Musa’nın ağzından iç burkucu bir şekilde anlatılmış.
Arkadaşımı kutluyorum!
(*) Vedat Çetin, Önce Kuşlar Öldü, Klaros Yayınları, Eylül 2022, İstanbul, 169 sayfa.